Sunday, December 25, 2011

kış ortasında bahar postası

Sevgili purblog okurları, buraya yazmayalı epey oldu farkındayım ama birazdan öyle güzel telafi edeceğim ki, sen hep yazma da arada böyle telafi et diyeceksiniz.

Telafi hamleme dün keşfettiğim Mısır'lı müzik grubunun çok kıyak şarkısını paylaşarak başlıyorum, kıymetini bilin, bu şarkıyı bulmam çok zor oldu.


Dinlediğiniz şarkı Massar Egbari 'den "E2ra el-khabar" isimli şarkı. Sözlerini de aktarabileyim istedim ama maalesef onca aramaya rağmen bulamadım, fekat yılmadım, Mısırlı arkadaşlara haber saldım, bakalım bakalım, ordan ümitliyim biraz, beklediğim cevap gelirse buraya ekleyebileceğim sözleri.. Yine de ne anlattığından biraz bahsedeyim size, memleketini terkedip başka ülkeye, çalışmaya giden gençlerin dramatik hikayesini anlatıyor ama esprili bir dille . "Muhtarın oğlu olmuş ne güzel haber, ama ülkeyi terketmiş, ne ala memleket, flaş haber flaş haber" gibi bir şeyler diyor, "bulaşık yıkamada doktora yapmaya gidiyor" diyor bir de. Keşke şarkının Mikrofon filmdeki kaydını bulabilseydim, o zaman bu şarkıyı söylerken ne güzel coşan Khaled Abol Naga'yı da görebilecektiniz. bu arada az evvel verdiğim isim ve link ile ikinci ve en süper telafi hamlemi yaptım fark ettiniz mi?

Keşke filmdeki kaydını bulabilseydim dediğim diğer Massar Egbari şarkısı ise şurda:

Filmde bu şarkıyı dinlerken sarı sokak lambalarının ıslak İskenderiye caddelerine yansımasını görebiliyorsunuz, öyle yakışmış ki şarkının arabeskine bu görüntü... "Sevgilime aşk mektubu, sevgilim; noktalı virgül, çünkü sevgilim yazdıktan sonra ben onu adını söyleyemem." diyen arabeskine.. izlesenize filmi siz de :)

Size iki güzel şarkı, bir güzel adam, bir güzel film ismi verdikten sonra, bir de tüyo vererek yazımı sonlandıracağım. Eğer olur da bir gün tadımı kaçık görürseniz sevgili dostlarım, beni neşelendirecek şeyi söylüyorum, yamacıma yaklaşın: Kasap havası. Evet, doğru duydunuz, kasap havası. Bu kadar da kolay işte..



edit: Mısırlı arkadaşlardan cevap geldi, İkra el Khaber şarkısının sözleri şöyleymiş:


مليا الجرايد اعلانات
للخدامين والخدمات
اشغال كتير راتب كبير
حاسب ليوم عقلك يطير
مطلوب خبير يحكي حكايات
او سمكري يعرف لغات
يعزف كمان واكورديون
يكسب عشان يفتح صالون
اصله فاهم في الحلاقة والحداقة والسواقة
عشان كده بيعرف يسوق
اصله كان خريج حقوق
خريج جديد فرحان سعيد
واليله حلوة اليله عيد
والعيد اكيد محتاج فانوس
ويجيب منين معهوش فلوس
لكن في ايده جواز سفر
والحل ده كان معتبر
سافر عشان عايز يكون
خد دكتوراه في غ
مليا الجرايد اعلانات
للخدامين والخدمات
اشغال كتير سل الصحون
راتب كبير
حاسب ليوم عقلك يطير
مطلوب خبير يحكي حكايات
او سمكري يعرف لغات
يعزف كمان واكورديون
يكسب عشان يفتح صالون
اصله فاهم في الحلاقة والحداقة والسواقة
عشان كده بيعرف يسوق
اصله كان خريج حقوق
خريج جديد فرحان سعيد
واليله حلوة اليله عيد
والعيد اكيد محتاج فانوس
ويجيب منين معهوش فلوس
لكن في ايده جواز سفر
والحل ده كان معتبر
سافر عشان عايز يكون
خد دكتوراه في غسل الصحون

شيخ البلد خلف ولد
بس الولد ساب البلد
والحل ده كان معتبر
إقرا الخبر - إقرا الخبر

Thursday, November 17, 2011

doktor odası ve ideolojik mesafe


Dizimdeki kisti aldırmak için gittiğim doktorun odasında duvarda asılı bir tablo vardı, eğer adama işim düşmemiş olsaydı biraz bu resim üzerine konuşmak istedim o sırada ama bu adam birazdan dizime müdahele edecekti. Ben de bu yüzden onunla konuşmak yerine şimdi burdan dedikodusunu yapmayı daha uygun gördüm. Resimde bir devenin üstünde dört tane yarı çıplak cariye ve bu deveyi çeken sadullah efendi görünüyor, amcanın adının sadullah olduğunu resmin üstündeki "harem ağası sadullah efendi" yazısından anlıyoruz. Burası hastanede bir doktorun odası. Doktor denen tipin en başta güven vermesi gerekiyor, hastasının değerlerine inanışlarına en azından iş ortamında saygılı olması gerekiyor. Ama bu tablo hem cinsiyete hem de dini değerlere karşı çirkin bir ima içeriyor. uz. dr. harem ağası osman efendi ise hiç çekinmeden bu imayı duvarından hastasına aktarıyor.

Benzer başka örneklerim de var ama uzatmayayım, psikanalistlerin "doktor dediğin anonim olmalıdır" düsturunu da benimsiyor değilim. Yani doktor kendi kimliğine dair herhangi bir işareti kendi üzerinde ve odasında bulundurmamalı, kendi hayatına dair hiç bir bilgi vermemeli kuralı çok katı bir kural ve bence gerçekdışı aynı zamanda. Yani aslında herşey ideolojik bir mesaj olabilir okumasını bilene. Fekat yine de bir doktor, dekoru aracılığıyla hastalarının bazılarıyla arasına böyle bir mesafeyi koymayı neden tercih eder acaba?

Wednesday, November 16, 2011

yüz okuma kulübü

bu yazıdaki tespitlerin gerçek hayatla hiç bir alakası yoktur, tamamen eğlenceliktir:

Insanlar agizlarinin buyuklugune gore uce ayrilir, minicik agizlilar, normel agizlilar ve koca agizlilar.

Minicik agizlilarin gozlerinin buyuklugune dikkat edin. Kocaman gozlu minicik agizlilar anlatacak cok hikayesi olup anlatmayanlardir ama hikayeler icerde durdukca curur. Oylece birakilmis baska hersey gibi hikayeler de curuyebilir.

Koca agizlilarin da gozlerinin buyuklugune dikkat edin. Eger gozleri de agizlari gibiyse ne ala, karsinizda cok hikayesi olan bir anlatici var demektir. Bir de su kucuk gozlu koca agizlilar var, en cok onlara dikkat edin, konusurlar mutemadiyen. Senin sorunun dostum o koca agzinin gozunden buyuk olmasi..

ben normel agizlilardanim tabii ki de.

ps: iç okuyucuları eleştirdiğim yazıyı böyle bir yazının takip etmiş olması ne manidâr değil mi?

Tuesday, October 25, 2011

iç okuma kulübü

geçen haftasonunu bir grup psikologla geçirdim, bunda ilginç bir şey yok gibi en başta, 10 senedir psikologlarla vakit geçiriyorum zaten. 10 senedir bana "aa sen şimdi bizim içimizi okuyordundur" dendiğini duyuyorum "yok canım, olur mu öyle şey" diye cevap veriyorum 10 senedir. 10 senedir içimi okuyan bir psikologla da karşılaşmadım çok şükür. okunaklı olması olmaması da değildir mesele, aklı başında arkadaşlarım vardır, okumuşlarsa da bilmezden gelmesini de bilmişlerdir.

neyse işte, geçen haftasonunu ilginç yapan bu gördüğüm psikologların iç okumaya fazlaca meraklı olmalarıydı, yeni okumaya başlamış çocuğun okuma açlığıyla tabela, plaka gördükleri herşeyi okuması gibi. öyle sıkıldım ki bu halden, eğitimi veren amcanın eşine dönüp konuyu hızlıca anlatacağını söylerken " i'll do it quickly, you know i'm always quick" esprisine bütün salon abartılı bir biçimde gülerken ben gülemedim bile. sanki çıplak kalmışız ne düşünüyorsak görünüyor gibi hissettim o anda. berbat bir histi. neyse ki sınırlarımız, mesafelerimiz var, şeffaf değiliz çok şükür.

burdan tüm sıkıcı psikologlara sesleniyorum : yolunuz yol değil, geri dönün.
freud amca ne demiş bir puro bazen sadece purodur, magritte amca ne demiş bu bir pipo değildir, pipo resmidir. gördüklerinizi fazla ciddiye almayın.

Monday, October 17, 2011

dünya yansa içinde yorganı yok





rüyamda h. yi gördüm, bizde misafirdi, kek yapacaktım ona, bir şey için içeri geçince ben, çay yapacağım diye ocağın üstündekileri yakmış, sonra kek tarifini de yakmış, ben en çok tarife üzülüyorum, onun umrunda değil, bir senaryosu varmış, onu anlatmak istiyor. sonra odamdan salona her yer akvaryum gibi olmuş, dize kadar su var ve rengarenk balıklar bir sürü. bu rüyaları gece uykum kaçıp bir buçuk saat kıvrandıktan sonra tekrar dalınca görmüşüm. benim ki bir şey uykumu ya da iştahımı kaçırsın pek az görülür, dün görüldü. dün neler görüldü? garip garip şeyler.
sonra ben dün tadı kaçık aslı değilmişim gibi bugün usti usti babalar filan.
anka gibi biraz.

Saturday, October 15, 2011

uyuryazar

gönülyazar değil, uyurgezer değil, uyuryazar oldum. yazdığım hikayenin başında uyuyakalıp uyanınca ekranda hikayeyle çok alakasız " ama hayrine hanım sana çok hayran" cümlesini gördüm. hayriye hanım kim acaba, adını bile yazamamışım uyku mahmurluğuyla.

hikaye hep cinayet mahaline dönen bir kurbanın hikayesiydi.

yağmurda dinlenir



yağmur playlisti:

1. jun miyake - here and after

uyku kardeşim

uyku şefkatli elleriyle saçlarımı okşuyor, sıcağına çekiyor, sarıyor, dinlendiriyor, tazeliyor. sanki saçlarımı okşarken değdiği kafamın içi, değiyor ama yumuşacık. değiştiriyor ama belli belirsiz, pastel. rüyalar gösteriyor, başı, sonu, ortası yok, rüya.

Sunday, October 02, 2011

haftadışı

Bence haftanin bir ici varsa bir disi da olmali ve bu dis, bizim haftasonu dedigimiz sey olabilir, cunku haftasonu tam olarak haftaici olmayan gunlere tekabul ediyor. Bu gercege az evvel haftasonunun -ya da haftadisi- bitisine uzulurken uyandim. Haftasonu sanki baska bir aleme acilan kapi gibi geldi bana iste o anda. Eve gidip uyuyacak ve yeniden haftaici aleminde uyanacaktım, sabah kalkıp ise gidecek, aksam eve gelecek uyuyacak ve ayni seyi bes gun daha tekrar edecektim, cuma aksami yeniden o sihirli kapidan gecene degin...

Pazarin son saatleri hic bu kadar huzunlu olmamisti...

Thursday, September 29, 2011

bu hafta

Ben bu hafta Beyoglu’nu cok sevdim. Salt'a istanbullasmak sergisi gezmeye cikip, becomingistanbul.org adresinden izleyemedigim belgeselleri izledigim gun biraz hava almak uzere disari ciktigimda caddenin hemen karsisinda Tuba, Mahmut ve Ali uclusunu gordum, Ali ustunde meşhur mavi yagmurluyla, elinde dondurmasiyla pek tatliydi yine. Onlar da Yalcin Tosun soylesisine gelmisler, hadi gel dediler, beraber soylesiye gectik. Soylesi esnasinda Ali'cigimle beraber geleneksel Turk motiflerinin oldugu boyama kitabinda boyama yaptik. Soylesi bittiginde yagmur baslamisti, cikista Ali bize sari bir semsiye almamizi tavsiye etti yoldan, tavsiyesini dinledik biz de. Ciktik caddenin karsisinda Muharrem'i gorduk, belki sene olmustur gormeyeli, biraz ayakustu sohbet ettik. Boyle iki adimda es dost tanidik gormek cok hosuma gitti dogrusu.

Beyoglu'nu sevdim bu hafta, Alman konsoloslugunun Beyoglu'nda olmasina ragmen hem de. Bu kismi anlatmayayim, yazinin esenligi filan.. Ama konsolosluktan cikinca sikkin, yorgun, dedim biraz gezineyim kendime geleyim, arayip tez icin yapacagim gorusmeyi iptal ettim. Evvela aga camiine gittim, bir misirli teyzeyle, bir de iranli aileyle tanistim. Ciktim ordan, sabahtan beri kosturuyordum, ama anlatmayacagim dedigim gibi yazinin selameti... Neyse kosturmusum, acikmisim, yemek yiyeyim en iyisi dedim, yolda "suc ve ceza" film festivali programini gordum, biraz durdum, girsem diye dusundum, vazgectim, aklimdaki yer baskaydi. Arter'in onunden gecerken dur bi karnimi doyurayim, ac ac sergi dolanmayayim dedim, biraz ilerde salad station'a girdim, 104 numarali asian salatadan soyledim, tatli eksiyi seviyorum cok. Oh karnim doydu, keyfim biraz daha yerine geldi, sabahki hezimetin izleri silindi, anlatmayacagim dedim ya, yazinin esenligi (yazarken derin bir nefes aldim bu arada) neyse sonra gectim arter'e kutlug ataman sergisine, danismadan serginin ucretsiz gezilebildigini, sergideki eserlerden bazilarinin dvdsinin ve sergi kitabinin satildigini ogrendim. En cok aya seyahat filmini gormek istiyordum, aklimda o oldugu halde sergiyi gezdim ve sonunda aya seyahatin gosterildigi odaya vardim. Aya seyahat icin ayri bir yazi yazmayi planliyorum, cikista aldigim dvdsini bir kere daha izleyeyim evvela. Ama herkeslere tavsiye ederim, 16 kasima kadar suren bu sergideki aya seyahat filmini gelin gorun.

Filmden ciktim ve tunele dogru yururken belgesel film festivali afisini gordum, gozume gezilebilecek baska sergiler de carpti. Dedim bir insan bu sergileri, etkinlikleri takip ederek baska mesgalesiz nesiz pekala yasayabilir . Hayallerimden biri bu zaten, yaklasin kulaginiza soyleyeyim; soyle cok uzun bir zaman degil 2-3 ay galata'da bir evim olsun, rahatca gezip harcayabilecegim param, bir de en muhimi tumuyle kendi tasarrufumda olan bir zaman, biraz takilayim oyle. Leyla'ya soyledim bu hayali "anaaa ergen" dedi, sonra "napacaksin calismadan insan calismamayi yaslaninca ister" dedi , henuz is hayatina atilmamis oldugundan boyle sozler soyledi iste, ben de hevesini kacirmadim cocugun, demedim insan calismamayi calismaya ilk basladigi gunden itibaren ister diye. Velhasil bu hayalimi bi turlu yasima yakistiramadi ama ben bana yakistiriyorum en cok da bu yasima.

Neyse yazimiz bu hafta neler gordum yazisi idi, bu hafta 'bir zamanlar anadolu'da' fimini de gordum. Boyle sanat sepet seylerden bahsettim ama bakin bu benim seyrettigim ilk NBC filmi, entel dantel muhabbetler yaptigima bakmayin yani. Dantel muhabbetleri daha cok seviyorum. Film diyordum,guzeldi, diyaloglar ve oyunculuk cok sahiciydi ve tabii yine (-ilk filmi bu seyrettigin asli, ne yinesi?
- tamam be, trailer filan da mi izlemedik) gorselligi guclu idi. Diger filmlerinde olmayan bi mizah da vardi. Diger filmlerinde mizah olmadigini da biliyorum, boyle iste.

Bu arada sarjim bitmek uzere, bunu size tilifonumdan yaziyorum. Cunku kac gundur gezmekten ve baska ivir zivirdan (odamin seklini degistirdim, cogzel oldu) yazmaya firsat bulamadim ben de kendi kendime dedim ki, bir bucuk saat trafiginde mi yok asli, yazsana, su anda bulgurlu'dan baslayan kopru trafiginden yaziyorum, idealtepeden beri yol boyunca yazmisim. Sarjim bitmeden anlatmak istedigim bir beyoglu sanat etkinligi daha var, terminalde istanbulimpronun ve psikoloji istanbul'un ortak calismasiyla sahnelenen 'bir zamanlar' oyunu. tolga'nin hayal gucunu ve persona kartlarini kattigi bu oyun dun ilk defa sahne aldi. Iki haftada bir carsambalari da oynanmaya devam edecek, gidin gorun, katilin derim. Ben tekrar tekrar gitmek istiyorum. "Ayni oyuna niye tekrar tekrar?" dediginizi duyar gibiyim :P efenim bu oyun spontan tiyatro ile sanat terapisi harmani bir oyun. Seyircilerin oyuna katilimiyla her seferinde o anda uretiliyor, dun aksam izlerken oyuncularin dehasina duydugum hayranlik da tam da oyunun bu ozelliginden geliyor. Oyuncular oracikta ne hikayeler yazdilar, oynadilar, muhtesemdi! Hele bir ara erkek oyuncunun anneyi oynadigi sahne vardi ki karsimdaki sakalli biyikli adamin erkek oldugunu unuttum diyebilirim. Neyse gidin gorun, gidelim gorelim, uretelim. Ne ala.


Millet parkina geldik anca.

Sunday, September 25, 2011

çok yerleri var dünyanın gidilmemiş

Sanırım bir çeşit mesleki deformansyon bu, herşeyi merak etmem, bana yabancı tüm hayatları. Makul sebeplerim de var ama. Az evvel yeniden fark ettim, karşı kaldırımda yürüyen eski danışanımı görünce. 4 sene önce geliyordu seanslara, anlattıkları ilginç geliyordu hep , bu ilginçliklerle kodlamışım zihnime. Anlattıkları ilginç gelsin tabii insanların, ilgim uyanık olur. Ama yabancı da gelmesin istiyorum sanırım, bu bana bir çeşit mesleki toyluk gibi geliyor. Tabii yabancılık ve yakınlık ortak tecrübe ile değil de duygudaşlıkla alakalı biraz. Fekat ne var ki ben de böyle öğreniyorum işte, minyatür tecrübelerle, ya da yakınlarımın tecrübelerine yakından şehadetle. Tabii şunu da hatırlatıyorum kendime, her tecrübe kendince, her tecrübe özgün. Yani ben bunu biliyorum duygusu da bir çeşit körlük yaratıyor. Aklıma “ i’ve seen it all” şarkısını söyleyen selma’nın körlüğü geliyor, mırıldanarak yürümeye devam ediyorum.

Tuesday, September 20, 2011

psikoloji ifriti

Ne olursa olsun, Aziz Gregorius kahramanca edimini gözümüzün önünde gerçekleştirir, her zaman zırhlıdır ve hiçbir yeri görünmez: Psikoloji eylem adamlarına göre olmasa gerek. Aslında, bütün psikolojik ağırlık öfkeli kıvranmalarıyla ejderhanın üzerindedir: Düşmanda, yenilende, canavarda kahramanın aklından bile geçiremeyeceği (ya da sergilemekten kaçındığı) dokunaklı bir hal vardır. Bunun bir adım ötesi, ejderhanın psikoloji olduğunu söylemektir: Hatta ruhtur ejderha, Aziz Gregorius’un yüzleştiği kendi içindeki karanlıktır, bir çok genç kızın ve delikanlının canına kıymış bir düşmandır, tiksindirici bir yabancılık nesnesi haline gelen bir iç düşmandır. Bu, dünyaya yansıyan bir gücün öyküsü müdür, yoksa içedönüklüğün güncesi mi?

Kesişen Yazgılar Şatosu, Italo Calvino

Resim: Saint George and the Dragon, Paulo Uccello

“daha o zamanlar psikoloji ifriti ona musallat olmuştu. bu yüzden kendine ait her şeyi, üzerinde durduğu ve derinleştirdiği için çok ciddiye alıyor, etrafındakileri ise en zalim dikkatlerle delik deşik ediyordu.”

Ahmet Hamdi Tanpınar, Sahnenin Dışındakiler

Friday, September 16, 2011

fuad

"kalb öncesi zamanlar vardı...

sonra mucize gerçekleşti, kalbin oluşum süreci tamamlandı. emir geldi ve kalb atmaya başladı... o ilk darbe anı ve hareketin başladığı hayat noktası "fuad" ile sarsılır cisim... gücü vardır, sesi vardır.ritmi vardır...

kalb, hayata hevesle tüm gerçekliği ile başlar... hızlanmalar, yavaşlamalar, heyecanlar, korkular, aşklar, mutluluklar, keskin şoklar, gider bozuklukları, yetmezlikler, hastalıklar, durma ve yeniden başlamalar...

derken cisme gelen sinyal ve durma anı... "fuad".

en küçük sonsuzluktan, en büyük sonsuzluğa, yokluktan varlığa kainatı başlatır, "fuad"... orada artık ne son ne de ilk olmak tariflenemez. mutlak varlık yegane gerçektir...

kalb öncesi, kalb anı, kalb sonrası sorularını kendime sormaktayım...

kalbin kırıldığı an vardır ki, o hayat noktasında "fuad" 'dan kırılır. kalbin en mutlu olduğu an "fuad" dır.

"fuad" ile görür, duyar, dokunur, tadar, koklar, sever, gariplikleri sezer, hissederiz... ve "fuad" ile düşünürüz. yeteneklerimiz ve hatta hiç bir zaman keşfedemeyeceklerimiz "fuad"...

mantık kalbimizde şekillenir ve nasibimiz ölçüsünde acımasız ya da sevdi dolu olabilir.

bu müzikler, insan ve insan dışında bilinene, bilinmeyen ve hiç bir zaman bilinemeyecek olan ya da ileride keşfedilecek canlı, cansız her nesnenin özündeki eksiklikleri tamamlamada karşılıksız hizmetkar olan "fuad" özlemi ile insanlık hayaline armağandır."

erkan oğur

imaj her bi şeydir

Filmlerde,


adamlar öfkeyle birbirlerine dalar, ağız burun bırakmayıp kan revan içinde kalır sonra da hiç bir şey olmamış gibi can ciğer kuzu sarması olur ya, bu sahneleri severim.

Büyücüleri, cadıları, ejderhaları, sahte peygamberleri, garip ayinleri, şövalyeleri, kovboyları, mafya babalarını, Barney Stinson'ı severim.

Gerçek hayatta sevmeyeceğimden emin olduğum bu şeylerin hepsini, daha doğrusu hepsinin imgesini severim.

Ne fena değil mi?

Saturday, September 10, 2011

O brave new world, That has such people in't!

Yavaşça konuşarak, "Hiç, içinde dışarı çıkmak için bir şans verilmesini bekleyen bir şey varmış gibi hissettin mi kendini?" diye sordu, "Kullanmadığın ek bir güç gibi, hani türbinlerden geçmek yerine şelaleden çağlayan su misali?"

.............

"Yine de," diyen Vahşi, ısrarını sürdürdü, "tek başınayken Tanrı'ya inanmak doğaldır-yalnız başına, gecenin bir yarısında, ölümü düşünerek..."

"Fakat şimdilerde insanlar hiç yalnız kalmıyorlar" dedi Mustafa Mond. "İnsanların yalnızlıktan nefret etmelerini sağlıyoruz ve yaşamlarını hiç yalnız kalmayacak şekilde düzenliyoruz."

..............


"Ama ben yan etkileri severim."

"Biz sevmeyiz," dedi Denetçi. "Biz her şeyi keyifli yapmayı yeğleriz."

"Ben keyif aramıyorum. Tanrı'yı istiyorum, şiir istiyorum, gerçek tehlike istiyorum, özgürlük istiyorum, iyilik istiyorum. Günah istiyorum."

"Aslında." dedi Mustafa Mond, "Siz mutsuz olma hakkını istiyorsunuz."

"Öyle olsun," dedi Vahşi meydan okurcasına, "mutsuz olma hakkını istiyorum."

"Eklemek gerekirse, ihtiyarlama, çirkinleşme ve iktidarsız kalma hakkını da istiyorsunuz; frengi ve kansere yakalanma haklarını, açlıktan nefesi kokma hakkını, sefil olma hakkını, sürekli yarın ne olacak korkusu içinde yaşama hakkın, tiyoya yakalanma hakkını ve her türden ağza alınmaz acıyla işkence çekerek yaşama hakkını da istiyorsunuz."



Bu akşam kitabı bitirince Aldous Huxley amcaya telefon etme isteği duydum, kulakları çınladı Holden'ın. Fekat bizler tahtalı köye telefon edemiyoruz şimdilik. Neyse ki Huxley amca da gitti oralara da bugünleri görmedi, telefon etmeyelim ne çıkar. Ama yaşasaydı telefon etmek yerine mail yazardım belki, acaba feysbuk hesabı olur muydu? Aslı pur bunu beğendi derdim mesela.
O diil de Mustafa Kemal yaşasaydı Akpartiye oy verir miydi? ya Mustafa Mond? O da diil de Aldous Huxley@tahtalikoy. İyi ki de bugünleri göremedi dedim diye içinde yaşadığım zamanı sevmiyormuşum gibi olmasın, seviyorum çok fena.

1984 vs Brave New World


edit: Huxley iyi ki görmemiş bugünleri dedim ama 'cesur yeni dünya' amcanın distopyası değilmiş sadece ütopyasıymış da biraz, ne işler dönmüş yav..

Monday, September 05, 2011

evden işe işten eve ülkesi

Güney İngiltere’de Portsmouth-Waterloo demiryolu hattında bir köydür. Evden işe-işten eve yaşayan birinin özlediği herşey bu köyde bulunabilir. Köy, İngiliz bilgin Merlin’in uzak torunlarından biri tarafından, özellikle pazartesi sabahları böyle yaşamaktan bıkmış olanlar için kurulmuştur. Gözleri çökmüş, ince çizgili takım elbiseli insanlar trenin ikinci ya da birinci sınıf vagonlarının pencerelerinden bakıp dururlar. Birden manzara açılır, şaşırtıcı bir hal alır. Tren, ağır çekimdeymiş gibi, sarsıntıyla değil de sessizce durur. Kapılar sessizce açılır ve havayı üçüncü sınıf romantik pazar ikindisi filmlerini hatırlatan yumuşak bir müzik doldurur. Evden-işe yaşayanların her biri, trenden çıktığında gizli arzusunu bulacaktır. Bu arzu yumuşak geniş dalgalı, beyaz kumlu bir plaj olabilir. Şömine önünde rahat bir koltuk, bir bardak iyi viski, kocaman sarı bir köpek ve sayfaları tükenmeyen yeni bir Agatha Christie romanı da olabilir. Dünya Kupası Finali’nde en iyi yer de olabilir tabii.



Elspeth Ann Macey, “Awayday”, Absent Friends and Other Stories, Londra, 1995 ( Aktaran: Alberto Manguel, Gianni Guadalupi, Hayali Yerler Sözlüğü)



Absent Friends : http://fizy.com/tr#s/1lvgmd



Absent Minded Friends: http://fizy.com/tr#s/154n19

Friday, September 02, 2011

yumurta

Alvy Singer: Adamın biri , bir doktora gider ve "Doktor, kardeşim fıttırdı. Kendini tavuk sanıyor." der.
Doktor da:"Getirseydiniz ya, tedavi ederdim." der.
Adam da şöyle der:"Evet ama doktor, yumurtaları çok işime yarıyor."
Galiba ben de insan ilişkilerinde|aynı şeyi hissediyorum.
Akıldışı, mantıksız, hatta saçma olduklarını bilseniz de...sürdürmeye çalışıyorsunuz.
Çünkü hepimizin yumurtalara ihtiyacı var.

Annie Hall

Thursday, September 01, 2011

benim ailem ve bayram şekerleri


Bayramda kuzenimin çocukları misafirim oldu. Günün sonunda teşrif ettikleri için bende tükenen enerjiden ötürü onları hareketli oyunlarla değil de sakin sakin oyalamam gerekti. Kütüphaneden 'Benim Ailem' kitabını çıkardım, onlarla beraber resimlerine bakıp biraz da anlatılanı özet geçtim sayfalar boyunca. Kitap dünya çocuklarının ailelerini ve bu arada kültürlerini anlattıkları bir kitap, her sayfada çocukların aileleriyle çekilmiş bir fotoğraf var. Çocuklar sayfalarda gezinirken Birmanya'lıların boyunlarındaki halkalara, İran'lı çocukların çarşaflarına (İstanbul'da yaşamalarına rağmen), Afgan ailenin kalabalıklığına, Tanzanya'lı babannenin saçsız başına, Etiyopya'lıların karalığına şaşırdılar. Brezilya'lı babanın mayosunu gördüklerinde ise suratlarına pis bir gülüş kondu, geçti.

Bu kitap faslının sonunda biraz içeri geçip geri geldiğimde kapıdan oynadıkları oyunu duydum, biraz daha parlak olan 7 yaşındaki d, elindeki oyuncak fotoğraf makinesini 10 yaşındaki D 'ye gösterip "ben şimdi dünyayı geziyomuşum" diyordu. Sevindim vallahi, kısa günün kârı dedim.

bir çiçeğin bedenine yürümek


“Yeni doğmuş bir çocuğun dişleri yoktur.” – ” Bir kazın dişleri yoktur.” – ” Bir gülün dişleri yoktur.” – Bu sonuncusu herhalde- diyebilir insan- açıkça doğrudur ! Hatta o bir kazın hiç dişi olmamasından daha kesindir. – Ve yine de hiç böyle açık değildir. Zira bir gülün dişleri nerede olmalıydı? Kazın çenesinde hiç yok. Ve şüphesiz ne de kanatlarında var; ama hiç kimse, o söylediğinde onun hiç dişi olmadığını kastetmez. Birisi neden şöyle demesin: Bu inek yemini çiğniyor ve sonra onunla bu gülü gübreliyor, öyleyse bu gülün bir hayvanın ağzında dişleri var. Bu saçma olmaz çünkü insan bir gülde dişlerin nerede aranacağına ilişkin peşinen bir kavrayışa sahip değil.”

Felsefi soruşturmalar, Ludwig Wittgenstein

“Korkma, sadece toprağa gideceksin. Sonra toprak olacaksın. Sonra sularla birlikte bir çiçeğin bedenine yürüyeceksin. Oradan özüne ulaşacaksın. Çiçeğin özüne bir arı konacak. Belki… belki o arı ben olacağım.”

Eşkıya



Saturday, August 06, 2011

BERİL

parkta bir bankın ucunda yalnız başıma oturuyorum, elimde yeni başladığım kitabım, karşımdaki oyuncu kediyi izliyorum. birazdan kedi ilgimi fark ediyor herhalde, gelip bankın diğer ucuna uzanıyor. parmağımı uzatıyorum, biraz oyun oynuyor. kedilerle iletişimin böyle kolay, böyle kendiliğinden olmasını seviyorum. bir insanla böyle bir iletişim kurulamaz, kurulsa nasıl olurdu ki diye düşünmeye kalmadan iyi insan fikrin üstüne geliyor, bankın ucuna oturup kediyi yerinden ediyor, bir yandan da "rahatsız etmedim di mi" diye müsade istemeyi ihmal etmiyor.
"ona sorun" diyorum kediyi işaret edip, kadın duymuyor, içimden söylemişim bunu. kitabıma dönüyorum, kadına parmağımı uzatsam oynamaz herhalde diye düşünüp kendi kendime gülüyorum.
"ne güzel esiyor" diyor.
"hıhıym" diyip kitabıma dönüyorum, sanırım kedi daha ilgi çekici bir arkadaştı.
"evlerde durulmuyor" diyor.
"hıhım" diyip bir cümle daha okuyorum.
"evler çok sıcak" diyor.
" öyle" diyorum. sonra bana orada oturup oturmadığımı filan soruyor, konuşasım yok hiç,
"iyi akşamlar" diyip ayrılırken, "al sana kolay, kendiliğinden iletişim niye kaçıyorsun" diye söyleniyorum kendi kendime . eve gelip şu yazıyı yazarken birden fark ediyorum niye kaçtığımı.



Thursday, August 04, 2011

yavaşlamak için

Ellerin aklıyla iş yapmak gibisi yoktur. Akıl, eller olmadan kendi kendini kullanarak çalışırsa bir döngüye girer ve gereğinden fazla hızlanabilir. Sesi kullanan konuşma bile gereğinden hızlı gidebilir. Aklın biçimini çamura kazıyan ya da sözcükleri kaleme alan eller, şeylerin kapısında düşünceyi yavaşlatır, onu tesadüflere ve zamana tabi kılar. "Arılık kötülüğün sınırındadır" derler.

Hep Yuvaya Dönmek- Ursula K. Le Guin

sözlük

A çok spiritüel bir insandır, bunu bilir bunu söylerim.



B nin parmaklarının biçimi beni düşündürüyor, işi gücü bıraktım bugünlerde bunu düşünüyorum işte.



C annem diye demiyorum tanıdığım en kıyak insandır. kıyak ve naif. neşesi yerindeyse kesinlikle bulaşıcıdır o neşe, spontandır, temiz kalplidir, güzeldir.



D dedem ben 10 yaşındayken vefat etti, şimdi bunu yazarken birden gözlerim doldu, devam edemiyciim.



E canımın içidir, yaptığı küçücük şeyler bile neşe sebebidir. annesini de severim zaten :)



F hayatımda f. noksanlığı var.



G çok eski çok kıymetli bir arkadaştır. çok yapmacıksız çok doğaldır. doğallığının patavatsızlığa vardığı zamanlarda çok güldürür bendeniz ketumu. ağzından çıkanla kulağının duyduğunun bir olmadığını sanıyorum.



H nin hatırası var.



İ aslında e. bazı kodlarımı bilir.



J sevdiğim bir filmde oynayan esas kadın, onun üstüne J tanımam.



K bir oturuşta 5000 hint filmi seyredebilen bir vyakadır. onunla sohbet etmek benim için genellikle konforlu ve bazen de sürprizlidir. bir şey anlatırım mesela ve o bu anlattığım şeyle ne yapmak istediğimi sorar bir anda, içimden vay canına diyip dışımdan derdimi dile getiririm o zaman.



L hem prensipli hem coşkuludur, çok heyecanlandığında çok sevindiğinde ya da canı çok sıkıldığında deli deli bağırır, severim onun bu tepkilerini. müzik ve pasta yapmayı çok sever L, geçen haftasonu beraber 'pulp fiction' izlerken bir anda "dur bir turta yapıp geliyim" dedi ve bir yandan kanlı vahşetli filmi keyifle seyrederken bir yandan hamur yoğurdu. yoğurduğu hamurdan birbirinden lezzetli beş farklı çeşit poğaça kurabiye çıkardı, hayran kaldım.



Mübarektir.



N nin kocaman hayalleri vardır ve N tanıdığım en itidalli kişilerden biridir. beraber film yapacağız, şimdilik izlesek de olur beraber :)



O yokmuş hiç.



Ö şu hayatta beni en çok güldüren kişidir, kafası her daim güzeldir. çok merhametli ve çok cadalozdur. her görüşmemize irili ufaklı hediyelerle gelip bendenizi mahcup eden bir cömert, bir gönlü geniştir.



P sevdiğim birinin üç harfli nickinin ilk harfi.



R babamızdır ama göklerdeki değil.



S 'nin tasvirlerine hastayım, öyle güzel bir resim çizer ki onunla anlatımının içinde beraber dolaşırsınız sonra dolaşırken başınıza kırmızı bir küp düşer şaşar kalırsınız valla.


Ş yirmi altı senelik arkadaşımdır. başka bir şehre okumaya gittiği vakit kahkahalı ses kayıtlarını dinler neşelenirdim. E.nin annesidir.



T ağır karıdır :)



U gitmesek de görmesek de oradadır.



Ü köyün en son çitini bilmeyendir.



Ve bağlaçtır.



Yavrukuşum, sırdaşımdır, zekidir, eğlencelidir. ilişkimiz tutkuludur :)



Z Ö.ile aynı kişidir bence.

Monday, July 25, 2011

içten sesler korosu

insanlar sesler çıkarır. bazısı güzeldir seslerin, bazısı çirkin, bazısı zayıftır, bazısı hakim. insanlar sesler duyar, bazısını saklar, kimisini kuytularda, kimisini açıklarda.

bazen içimizden bize bizimle ilgili seslenen bir ses duyarız. ama başka bağın gülüdür, bir yabancıdır biraz biliriz. o zamanlarda dönüp o sese sormak lazım, sen kimin nesi, kimin sesisin, ne zaman duydum ben seni, nasıl sakladım diye. çünkü her ses hayır konuşmaz takdir edersiniz ki. ses var, ses var yani...


terapilerde yapmayı sevdiğim şeylerden biri de, sabote eden iç seslere kimlik sormaktır.


özürsüz

bazen kendimi özür diliyor buluyorum, tercihlerim yüzünden, sahip olduklarım ya da yapıp ettiklerim yüzünden.

başkasının tercih etmediği bir şeyi tercih ettiğimi söylersem bir çeşit kibirmiş gibi duracak diye binbir türlü eviriyorum dilimi, halbuki sadece başka türlüsünü seçiyorum.

başkasının sahip olmadığı bir nimet, başkasının yapamadığı belki de yapmadığı bir iş için bile zaman zaman özür diliyorum, onu dilimde değersizleştirerek. aman kibirli olmayayım diye, sahip olduğum şeyi, başardığım şeyi küçümsüyorum.

neyse ki fark ettikçe değişiyorum da, bakın şuracıkta söyleyeyim ki döngü de kırılsın hem, çok güzel değişirim. yolunda gitmeyen bir şey göreyim yeter ki, bana yeni bir iş, yeni bir gayret doğmuş demektir.

Saturday, April 16, 2011

fotoblog


bu kolilerin içi kaset dolu, dünyanın farklı yerlerinden geldiler, programlara yüklendi, izlendiler.






geldikleri yerlere geri dönmeden önce onları hasretle karşılayan bana bir vefa borcu olarak odamı ziyaret ettiler.






odam dediysem kendisi haftaya eski odam olacak, üst kata taşınıyoruz. ben de insan içine karışacağım. havadar bir odaydı kendisi, güzel güneş alırdı. şöyle güneşli günlerden bir fotoğrafımız yokmuş ne yazık ki..









karların yağdığı ve sonra eridiği günlerden bir fotoğraf bu da.







neyse çok iş konuştuk biraz da sevimli şeylerden bahsedelim, mesela elif ve ayşe bâlâ. Geçtiğimiz günlerde bir araya geldi bu sevimli ikili.




ve kameralarımıza çok eğlenceli pozlar verdiler ama ben size ayşe bâlâ'nın tatlı annesi yasemin'in elif'e yaptığı kuklayı göstereceğim, adı helga, yaseminciğim'in on parmağında on marifet.







paylaşmak istediğim bir fotoğraf daha var ama bu helga muhabbetine bağlayamadım :)

imkânsızın şarkısı, öyle çok sevdiğim bir kitap ki.. kelimeleri, cümleleri içercesine okudum...
perşembe akşamı da filmini seyretmek nasip oldu şükürler olsun :)

film çıkışında yanımdaki ellili yaşlardaki teyzeden şöyle bir şey duydum-japon gençlerin her fırsatta yakınlaşmaları teyzemi düşüncelere gark etmiş herhalde- "anam bu japonlar da az değilmiş ha" :)

Friday, April 08, 2011

çocuk sahibi olmak?

çocuk sahibi olmak diye bir tabir var ya, ürkütücü geliyor bana bu. bir çocuk dünyaya geliyor, onun dünyaya gelmesi için gerekli şartları hazırlamış bir anne baba oluyor, dünyaya geldikten sonra da sağlıkla hayatta kalabilmesi için şartlar hazırlamaya devam ediyor bu anne baba ve bu sayede çocuk "sahibi" olmuş oluyor, ürkütücü değil mi?

diyelim çocuk sahibi olmak tabirini kullanmadık da onun yerine mesela "anne-baba olmak" dedik, bu da bir halden bir oluştan çok bir kimlik bildiriyor, ilişkiye atıfta bulunan bir kimlik. mesela evlenmek bir eylem, evli olmak da öyle. iki tarafın da içinde bulunduğu ilişkisel bir eylem. evliyim yerine "kocayım" ya da "karıyım" demiyoruz (neyse ki) ama ebeveyn-çocuk ilişkisini anneyim ya da babayım ifadesiyle tarifleyebiliyoruz.

bunun dışında bir de çocuk yetiştirmek, büyütmek gibi tabirler de var. koca yetiştirmek, eğitmek, büyütmek gibi şeylerden bahsetmiyoruz mesela, yani en azından kadınlar ulu orta bahsetmiyorlar, kendi aralarında bahsettiklerine şahit oldum, evet :P ben bu yetiştirmek, büyütmek tabirlerini de sevmiyorum, bana yine çok iddialı geliyor.

sahip olmak, yetiştirmek filan iddialı sözler ve sanki sınır tanımazlık doğurabilen tabirlermiş gibi geliyor, halbuki sınırlar önemlidir. ama ebeveyn-çocuk ilişkisine ne denir, bunlar dışında ne diyoruz biz, gece gece takıldı aklıma, ama bir şey gelmiyor.. var mı aklınızda bir tabir?

Wednesday, March 16, 2011

başka biri oldurulmak

"selam, benim adım Frank, Çince Feng yi."

selam feng yi, sabah sabah hüzünlendirdin beni.

Tuesday, March 01, 2011

kral kim kızım?

bayan şöbiyet'e bir mektup:
esasen hayat hep zor ama kralsan daha zor tabii. lacan acaba kim daha deli der, kendini kral sanan bir deli mi, yoksa kendini ilişkilerin ona yüklediği anlamlardan bağımsız olarak kral zanneden bir "kral mı"? güzel soru değil mi? yani bir kralı kral yapan ona kral denilmesi, hani filmlerde bir afrika kabilesinin ortasına düşen beyaz adamın tanrı ilan edilmesi gibi. "havarilerini yaratamayan isa'nın yeri tımarhanedir, çarmıh değil" dediği gibi c.meriç'in. yani sevgili bayan şöbiyet, en iyisi hiç kral olmamak. evet, en iyisi hiç kral olmamak küçükken oyunlarda hep kral arthur olmuş biri olarak bunu bugün daha iyi anlıyorum. o yüzden de bir önceki yazıya yazdığın yorumda "Keşke onun yazıları harflerine birer birer ayrışıp ve sonra yeniden birleşip benim yeni ve muhteşem hayatım olsa" dediğini okuyunca hüzünlendim elimde olmadan, çünkü ballı lokma tatlım, senin hayatın bence mebzul miktarda muhteşem. istersen görmek için benim yazdığım gibi bir şubat ayı yazısı yaz, hatta sevgili okurlar siz de yazın, bakın göreceksiniz ne muhteşemmiş şubat, elinizdeki feneri neşeli anılara tutmanız gerekecek tabii bu esnada. ama siz, neşeli anılara fener tutmayı polyannacılık olarak görüp burun kıvıran insanlardansanız o zaman aslında epey tuzu kurusunuz demektir okurcuğum. biz yaşamak için buna mecburuz işte. of ne çileli bir hayatım var. şimdi işime dönüp biraz çizgi film izleyeyim :)

Monday, February 28, 2011

şubat

şubat ayı benim için bir nevi hayata dönüş ayı oldu, çünkü ocak ayındaki hayatıma ben hayatta hayat demem :) o kadar çok çalıştım ki ocak ayında, artık ay sonunda bir televizyon kanalımız bile olmuştu. gündüz ve hatta akşamları çalışırken, geceleri de rüyamda çizgi filmler gördüm, rüyalarımı önce hızla geri sarıp, sonra yavaşça ileri sardım ve en iyi nerden keseceğimi hesap ettim sonra uyanıp işe gittim ve çizgifilm izledim. sonra günler gelip geçti ve bir kanalımız da olduğuna ve artık şubat ayı da geldiğine göre, biraz dinlenebilirdim, mesela altıda işten çıkabilir, bir filme gidebilir, arkadaşlarımı görebilir, gidip yeğenimi sevebilir, kitap okuyabilirdim. tüm bu vakit eskiden de benimdi sadece bir aycık çok yoğun çalışma dönemiyle eksilince hayatımdan bir andan kıymete biniverdi. iyi de oldu. hepsini yaptım, filmlere gittim, kitaplar okudum, arkadaşlarımı gördüm, elif'i sevdim, kızıltoprak'tan kadıköyüne yürüyüş yaptım, yol boyunca cezerye hanımla sohbet ettim, hakkını vereyim, cezerye hanım aslı'nın hayata dönüş harekatında aktif bir rol oynadı ay boyunca.

sonra bir gün de hiç unutmam, yani ilerde de unutmam gibi geliyor, bülbülyuvasının ofisine gittim, o seanstayken kütüphaneden bir kitap seçtim, berjere oturdum ve seans boyunca onu okudum, iki ayrı odada da seans vardı o gün.

bülbülyuvasının ofisine gitmemden bir gün önce iskender beyle konuşmuş, ona çok mutsuz olduğumu söylemiştim, ama işte ben böyleyimdir, çok mutsuz olduğum andan itibaren yavaşça daha mutlu olurum, biraz anka gibi. ama bunu nazar değdirin diye söylemiyorum, bir maşallahı hakeder bu nimet bence.


bir kitap okuduğumda bazen o kitaptaki karakter gibi oluyor iç sesim. bu akşam black swan'ı izledik ve ben dönüşte eve çıkarken asansörde arkamda duran kadın acaba gerçekte de var mı, ben ona iyi geceler derken diye geçirdim içimden, eve girince ayna karşısına geçip kara kuğu oldum biraz sonra yine beğaz kuğu oldum, sonra mor kuğu. musicovery.com'u/ açtım, bir mor kuğu lütfen dedim, suzanne diye yanıtladı, dinledim bir suzanne.


bir kitap okuduğumda bazen o kitaptaki karakter gibi oluyor iç sesim diyordum, iç sesim biraz vatanabe gibidir belki şimdi. bundan pek hoşlandığım söylenemez aslında, bundan nasıl hoşlanmıyorum? sanki boğazıma bir sinek kaçmış da, sinek oradan çıksın diye öksürüyormuşum gibi hoşlanmıyorum.

yine de şimdi biraz vatanabe'ye dönecek ve şubat ayını norwegian wood ile kapatacağım.

M.S.Fogg, Vatanabe, Kafka Tamura birbirlerine benziyor,
güzel değil mi norveç odunu?

Sunday, February 06, 2011

kader kısmet conatus

Bak Kafka Tamura. Şu an hissettiklerin, çoğu Yunan tiyatro oyununda da motif olarak kullanılan bir şey. İnsan kaderini değil kader insanı seçer. Bu, Yunan tiyatrosunun temel dünya algısıdır. Sonra, bu trajik özellik de, Aristoteles'in söylediği bir söz, ama kaderin bir cilvesi olarak, söz konusu kişinin eksikliği değil, güzelliği payanda olarak kullanır. Ne demek istediğimi anlayabiliyor musun? İnsan eksiklikleriyle değil güzellikleriyle daha büyük trajedilere sürüklenir. Sophokles'in Oidipus'u en çarpıcı örnektir. Kral Oidipus, tembelliği ve aptallığıyla değil cesareti ve dürüstlüğüyle kendi oyununun kahramanı olur. Orada, kaçınılmaz bir ironi çıkar ortaya.


sahilde kafka- haruki murakami

Her birinizde hiç birinize benzemeyen bir şey vardır," dedi onlara. "Bu sizi siz yapar. Ne ölüm ne çürüme bunu sizden alamaz. Bu kaderdir. Kaderinizdir. Ama kadere kendisini gösterecek zaman gerek. Bu yüzden genç ölene "kadersiz" deriz.Bu kararı kendi kaderinizle verin. Zalim, kaderleri yok edebilendir. Beni zalimlerden etmeyin. Gerekiyorsa onu benden çalın ve kendi yolunuza gidin!

ikiilebir-reha çamuroğlu

diyemez ki:
-neme lazım? ben kamil adam olmak istemem . razıyım kıyıda bucakta kalmış yarı akıllı yarı aptal bir herif olayım. kâh güleyim kâh ağlayayım. bana tabii yaşayışın acılı tatlılı lezzeti lazım.
evet, bir insan bu meselede iradesini kullanamaz. her kişi için, dünyaya getirdiği kuvvetlerle mütenasip bir kemal mertebesi mukadderdir.yani zekâsı, istidadı, ruhunun temayülleri ve kuvvetleri nisbetinde olgunlaşmaya mahkumdur. çok basit adeta babayânî ve beylik bir felsefe. bununla beraber necdet’e yeni ve heybetli görünüyordu; çünkü o, bunları kendi yaşamış kendi bulmuştu.kısa bir formül yaptı ve dedi ki:
-herkes kendi büyüklüğüne ulaşmaya mahkûmdur.
kader ve kısmet denilen işte buydu. gizli ve sinsi bir kuvvet değil, âşikâr bir şey. benim kaderim ve kısmetim işte ben, kendimim, ben necdet! şöyle bir bünye, şöyle bir dimağ, şöyle bir ruh ve bunların kâh müsbet kâh menfi faaliyeti yekûnu olan kaderim ve kısmetim."

kadıköyü’nün romanı-safiye erol

pera'da frida, sahilde kafka

bayan iskarpin bir aydır rüyasında beni görüyormuş. son olarak pera müzesinde frida sergisine gittiğimizi görmüş, pera'da oturup sohbet ettiğimizi. düne kadar görmediği bir yermiş müze, dün gidip rüyasındaki yerin aynısı olduğunu görünce çok şaşırmış, bunu anlatmak için aradığında ise bayan stiletto ile bu sergi hakkında mesajlaşıyordum,gitmediysen yarın beraber gidelim demişti sergiye. bu mesajlaşmadan hemen evvelinde de sahilde kafka'daydım ve kendimi bay tamura gibi hissetmedim değil bu konuşmalar esnasında. tüm bunlar tam da bayan bootie ile buluşmak için düştüğüm yollarda gerçekleşti. ve bugün bayan bootie ile bayan stiletto müzedeydiler birbirlerinden habersiz, beraber asansöre binmişler ama bayan bootie tanımamış bayan stiletto'yu bayan stiletto da emin olamamış doğru tanıdığından. yolum bir daha bu sergiye düşsün dedim bu tesadüfler üstüne, belki burası da bizim komura kütüphanemizdir.
iskarpin, bootie, stiletto, topuklu çizme ve babet.


Monday, January 24, 2011

rüya

geçen gece çok rüyalar gördüm, çok ilginçti, çok zengin ve çok sembolik. seviyorum rüyaların o sembolik dilini. bu dile aktarılınca çok anlamlar kaybolur, bunları düşünürken yani gördüğüm rüyaya kimseyi davet edemeyeceğimi, şahit tutamayacağımı filan düşünürken, şu hayatta en anlatılamaz, en şahsi, en yalnız, en mahrem, en bana ait, bana özgü yaşantının rüya görmek olduğunu fark ettim ve sevdim bu yalnızlığı.


Monday, January 03, 2011

Hafifletici sepetler hafifletmiyor beni

Helallik alasım var kapı kapı dolaşıp ama olmaz işte, belki ölür giderim, belki ölür giderler ama o konuşmaları da yapamam, çünkü hayat devam ediyor, çünkü köprünün altından çok sular akıyor. Su akıyor ve “deli değilim ben” ama dönüp bakıyorum işte, bakıp bakıp dertleniyorum suyun geçtiği yerlerde değdiğim taşlara. Dertlenmeyeyim mi ya böyle ölürsek. Halbuki gitsem desem ki bak şu kadar yıl önce şu gün şöyle bir şey olmuştu, ben o gün aslında... o günü unutmadığını bilirim ama hatırlatamam da, sular akmıştır ve götüreceğini götürmüştür. Ne garip en çok hiç incitmeyi istemediklerimizi incitiyoruz, en sevdiklerimizden incinmemiz gibi. Sanki bir bıçak tutar gibi elimde, doğrultmuşum gibi kardeşime, bir bıçak tutar gibi elinde, doğrultmuşsun gibi kardeşine, şeytan doldurur, hiç oyun olur mu silahla ve insanla. Şu duvarda asılı silahın patlaması gibi, bir kere bıçak çıktıysa yaralanır biri, bıçağı elinde tutan ya da kendini koruyan. Bir kere bıçak çıktıysa yaralanmıştır kendini koruyan hiç bıçak darbesi almasa da, yaralanmıştır düş kırıklığıyla ve yaralanmıştır bıçağı tutan suçlulukla.
Bir kere bir bıçak çıkar elbet, hayat bu.

Not: sanırım şimdiye dek yazdığım en arabesk yazıydı bu, biraz ramiz dayı, biraz "my name is earl". ben herkesin gözü önünde bu kadar arabesk olmazdım da, bilhassa bir şeyler kırılsın istedim,kırılmış mı? biraz kırılsın istedim ama bi küçük not yazayım da toparlansın istedim, toparlanmış mı?