Thursday, August 16, 2012

rüya denen garip şey

gün  içinde bir aradalar, evlerinde yahut sokakta, çarşı, pazarda, sohbet ediyorlar, iş yapıyorlar.
gece olunca herkes kendi köşesine çekiliyor. beraber bir köşeye çekilenleri de var. bir yere uzanıyor ve gözlerini kapıyorlar. sanki dış dünyayla bütün bağları kopuyor. uyuyorlarmış ve "rüya" dedikleri bir şey görüyorlarmış. tüm gece boyunca, sayısız şey tecrübe ediyor, hiç görmedikleri yerlere gidiyor, akıllarının ucundan bile geçmeyen garip şeyler görüyorlarmış. ve tüm bu gördükleri görüntülerle ilgili kontrolleri de çok azmış. yani gece olup başlarını yastık denilen yumuşak şeye koyup gözlerini kapadıklarında o gece onları neyin beklediğini bilmiyorlarmış..  her gün tekrar, tekrar.. ne ilginç değil mi?

sonra sabah olup uyanınca gözleri kapalıyken gördüklerini anlatıyorlar birbirlerine.. yan yana uyuyorlar ama birbirlerinin rüya görüntüleri içine giremiyorlar. yani senin anlayacağın, gözlerini kapadıkları anda artık tamamiyle birbirlerinden ayrılar .. ve mesela biri, rüyasında yanında uyuyan kişiyi gördü diyelim, o da kendi rüyasında  başka başka yerlerde olabiliyormuş.böylece bir gece içinde "kendilerinin" sayısız örneği sayısız rüyada dolaşıyormuş.ama sadece kendi gördüklerini hatırlayabiliyorlarmış.. tabii hatırlayabilirlerse.. bütün gece başka alemlerde dolaşıp ertesi gün yarım yamalak bir şeyler hatırlamak.. ne garip değil mi? daha da ilgincini söyleyeyim, tüm bu yaşadıklarına hiç şaşırmıyorlar.. çok normal bişeymiş gibi, her gün tekrar tekrar...

edit: A bout de souffle'nin Patricia'sı da uyku ile ilgili benzer düşünüyormuş..

Friday, August 10, 2012

haruki murakami okumayı neden seviyorum?

çünkü bazenleri wong kar wai'ye benziyor ve bazenleri de  j.d. salinger'a.

peyki wong kar wai izlemeyi neden seviyorum?

çünkü herşey ne güzel uçuşuyor filmlerinde. bir insanın zihninin içi gibi, duygularının gelip geçişi gibi..
çünkü başka filmlerin çoğu hep çok rasyonel, hep zamanın bağı var. wong kar wai çok güzel kırıyor bağları; son kullanma tarihi gelen konservelerle, bir bulanık hafızanın içindeki gel-gitlerle.. hep bir boşluk bırakıyor.. yarım bir şeyler.. lacan'ın seanslarını konuyu kapamadan bitirmesi gibi. yarım kalan şey güdülemeye devam eder diye.. hatta belki de çocuk akranlarımın caillou'yu sevme sebebi gibi. ekranda tamamlanmamış çizgiler görmek iyi geliyor diye... en azından bana iyi geliyor :)
çünkü gerçek hayatta hiç birşey aslında tamamlanmıyor.. hep sürüyor, ama katmanlı ve iç içe..
işte wong kar wai filmleri tüm soyutluğuyla bana çok gerçekçi geliyor bu yüzden ve haruki murakami romanları da.. mesela bir kuyunun dibinden çıkılan 208 numaralı oda ile bir hayal bir hatıra olan 2046 numaralı oda..






bir yaz gecesi eğer bir yolcu

birbirini tanımayan on beş kişi gecenin bir yarısı, bir sayfiye şehrinden bir minibüse biner. evlerine gidecekler, niyetleri bu. dinlenip uyuyacaklar, sabah denize girerler belki. birazdan inecekler minibüsten, aman ne karanlık yollardan geçiyorlar...bir şey olsa, basit bir şey.. mesela benzini bitse minibüsün.. bu gecenin karanlığında, kimselerin geçmediği bu yolda.. birbirini tanımayan bu yolcular, artık kader arkadaşı olurlar. aksiliklerin, felaketlerin böyle bir gücü vardır işte. sonra bulunsa mesela benzin, bir şekilde yollarına devam edebilseler, sağ salim evlerine varsalar.. yeniden birbirini tanımayan insanlar olurlar..neyse ki, minibüsün benzini bitmiyor, yollarına devam ediyorlar, birbirlerini tanımadan. bu ihtimalleri düşünen yolcu da iniyor birazdan..

böyle olur bazen işte kader bağı bağlar insanları ve bazen de kopar bu bağ, dağılırlar bir o yana, bir bu yana, tesbih taneleri gibi.  ve tilkinin dediği gibi sevgili okur,bağlar kurmak emek ister.