Saturday, September 27, 2008

tatil sevinci

tatil denen şey ne güzel birşeymiş, ne tatlı, ne hoş birşey... sabaha kadar misafirlerimle sohbet ediyorum, öğlene kadar uyuyorum, akşama kadar yağmurlu sokaklarda uzun yürüyüşler yapıyorum, akşam da yüzümde ballı maskem, ayaklarımda naneli krem (yürüyüşler sahiden uzundu), filmler seyrediyorum.. pek memnunum hayatımdan...

rüyalarım da pek hoş.. bu sabah rüyamda bir film ekibi gördüm. rüya içinde rüya gibi film içinde filmdi. bu film ekibi bir mezarlıkta çekim yapıyor ve çekim esnasında beraber hareket eden üç arkadaş, yavaş yavaş başka taraflara yöneliyor. önce ışıkçıydı sanırım, o ayrılıyor, ilginç birşey görüp onun peşinden gidiyor. ardından kameraman, kamerasını gözüne yapıştırmış olduğu halde yürürken yanındaki arkadaşından ayrılıyor ama sanki kamerayla gördüğü yerin dışında başka bir yeri göremiyor gibi gözüküyor, arkadaşının yanından ayrıldığını fark etmiyor bile. sonra kalan diğeri de başka bir tarafa gidiyor.o da gittiği yerde başka bir ekip ile karşılaşıyor, o ekibin eksik parçasıymış meğer, hemen dahil oluyor. mezarlık başına bir adam geliyor, charlie chaplin kılıklı bu adamın boynunda numaralar yazıyor. bizim adam bu numarayı görüyor ve mezarlıktaki siyah, nostaljik ev telefonundan bu numarayı çeviriyor, telefonu da halası açıyor. filmin sonunda bu adam bir kadınla sohbet ediyor, kadın bilim kadınıymış, önlerinde bir sürü kitaplar var, konu da evrimsel psikoloji. kadın adama diyor ki "ancak çok özel olanlar türlerinin sürdüregeldiğinin dışında bir davranış sergileyerek bir şeye kavuşurlar." bu cümledeki davranışın rüyada çağrıştırdığı şey bir feragat, bir serdengeçicilik idi..
güzel rüyaydı, hoş rüyaydı...
hayırlara gitsin..

Friday, September 19, 2008

"ütopik olmasa da mistik inançların"

azize /aziyade/azade (burası bilinçüstü )

bilinç (burası bilinçyanı :P )

me/la/l. (burası da altı)

necati serdengeçti de bilinçüstünden gelenmiş meğer.
belki bir gün anlatırım size bu hikayeyi.

Friday, September 12, 2008

pötika

şimdi beklemeye başladım.
ben beklerken başbakan ile doğan şantajlaştı, yüzyılın yardım hareketi tartışıldı, hadronlar çarpıştırıldı, iran'da deprem oldu ve iş yerimdeki saatim durdu.
salı günü durmuş, çarşamba günü geldiğimde gördüm. aklıma çanakkale savaşında şehit olan bir tabur istanbul lisesi öğrencisinin şehadet dakikalarında duran okul saati geldi. saat hala öyle duruyor. benim saatim de öyle :)

butimar nekrofilik bir kuştur. biz burda kuşları severiz ama nekrofiliyi sevmeyiz.


güzel birşey anlatayım hadi size, haftasonu terapide hikaye kullanımı eğitimine gittim. pek güzel, pek keyifliydi... hani böyle sabit konularım vardır ya dönüp durup anlattığım, biri de anlatmaktır ya hani, şöyle bir hint sözü öğrendim, çok tanıdık geldi: "bir ağaç fırtınada yıkılırsa ne olduğunu sorma, hikayeyi kimin anlatacağını sor" hikaye bir de kimin dinleyeceğinden de etkiliyor sayın dinleyenler... şimdi size bir hikaye anlatacağım, ismi yanmış ağaç..

YANMIŞ AĞAÇ

Bir zamanlar, bir ormanda diğer ağaçlar gibi canlı ve yeşil durmayan bir ağaç vardı. Sanki üzerine yıldırım düşmüş ve büyümesi durmuş gibi bir hali vardı. Sanki biri gelip dallarını dibinden kesmişti. Ormandaki birçok ağaç, onun ölmüş olduğunu düşünüyordu; çünkü ömrü tükenmiş olsa da bazı ağaçlar ayakta kalabiliyordu. Fakat yanılıyorlardı. Çünkü bu ağaç içinin derinliklerinde bir yerde canlıydı. Sadece, nasıl diğer ağaçlar gibi büyüyüp, yaprakları olan güzel bir ağaç olunacağını bilmiyordu çünkü ona yıldırım çarpmış ve kötü bir biçimde yanmıştı. Bazen bir ağaç yandıktan sonra da büyümeye, yaşamaya, tıpkı diğer ağaçlar gibi olmaya azim gösterir. Ama bazen de yıldırımların ve fırtınaların şiddeti, ağaçların bir daha büyüyemeyeceklerine, yanmış, çirkin ve ölü görüntüleriyle, hep aynı kalmak zorunda olduklarına inanmalarına neden olur.

Bir gün bir kunduz tek başına gelip, ağacın ölü olduğunu düşünerek onu çiğnemeye başladı.
“Hey! Aah!” diye bağırdı ağaç.
Kunduz şaşırarak etrafına bakındı ve bağırdı: “Kim var orada? Benimle kim konuşuyor?”
“Benim!” dedi ağaç. “Canımı acıtıyorsun. Beni ısırmayı bırak!”
“Buna inanamıyorum!” dedi Kunduz. “Hiç de canlı görünmüyorsun. Bir çividen daha ölü görünüyorsun. Yanmış ve zavallı duruyorsun. Dalların kırık ve tek bir yaprağın bile yok. Ben oldukça sorumluluk sahibi bir Kunduzum ve canlı ağaçları asla yıkmam. Çünkü kendimi kötü hissederim. Senin ölü olduğunu sanmıştım!”

“Ben ölü filan değilim” dedi ağaç. “Hasta bile değilim.”
Kunduz ağaca şaşkın şaşkın baktı. “Madem ölü ve hasta da değilsin, neden bu kadar kötü görünüyorsun?”
Ağaç üzgün bir biçimde yanıtladı: “Nasıl büyüyeceğimi bilmiyorum. Nasıl yapraklarımın çıkacağını bilmiyorum. Tekrar nasıl canlı görüneceğimi bilmiyorum, çünkü yıldırım pek çok kez üzerime düştü ve nasıl büyüyeceğimi unutacak kadar hayatımda pek çok fırtına geçirdim.”

Ağaçlarla çok deneyimi olan Kunduz, yardım etmeye karar verdi ve öncelikle yanmış uçları temizlemesi gerektiğini anlattı. Dalların içinde ve dışında tüm ölü kısımlar yok olana ve yeni hayatın büyümeye başlamasına imkan oluncaya kadar tüm yanmış kısımları ısırıp attı. Ağaç, çok acı çekmemesine şaşırdı. Daha sonra Kunduz, ağaçlar için olan özel bir gübreyi ağacın gövdesine sürdü. Ağacın ihtiyacı olan gün ışığından ve sudan eksiksiz yararlandığına emindi. Çok kısa bir zaman içinde ağaç, nasıl büyüyüp gelişeceğini, nasıl güzel görüneceğini ve diğer ağaçlar gibi nasıl yeşil yapraklarla donanacağını BİLDİĞİNİ keşfetti. Ağaçtan yeni yapraklar filizlenmeye, ağaç büyümeye ve gelişmeye başlamıştı. Öyle ki, daha önce yıldırım düşmüş ve yanmış olduğuna dair geriye hiçbir iz kalmamıştı. Artık Kunduz ve ağaç çok iyi arkadaş olmuşlardı.

Çünkü Kunduz, ağacın güzel ve sağlıklı olmasına yardımcı olmuştu ve ağaç Kunduz için özel bir şey yapmaya karar verdi. Kunduzdan, dostluklarını simgeleyen bir şekil oymasını rica etti. Bu simge ağacın ön kısmına oyuldu. Böylece, oradan geçen herkes hayatınızın akışı içinde güvenilir bir arkadaşın ne kadar fark yaratabileceğinin farkına varacaktı.


bu hikaye terapötik hikayeler isimli bir siteden alıntılanmış.. terapötik di mi?