Monday, November 18, 2019

Living With Yourself

2017'de doğum günümü kutlarken klonlanmak istemediğimi anlatmıştım:

Bir kac yil evvel isvicreli bilim adamlari gelip bir deney icin yardim istediklerinde anladim yasamayi ne kadar sevdigimi, galiba o gun hayatimin donum noktalarindan biriydi. Kendimden bi kac tane klonlatip her ise yetisebilmek ister miydim? Hayir tabii ki, klonum hayatimin farkli koselerini benim yerime yasarken o anlari tam olarak deneyimleyemeyecegim icin aklim o anlarda kalacak ve isler gorulecek ama ben eksik olacaktim. Deneyimlemek, anilardan, anlamlardan orulmek, ilmek ilmek, damla damla birikmek, anlamli bir butun olmak, butun olmak. Yeni bir yasa girerken bu dusunce ve hislerle doluyum ve sukurlerle.

Bu diziyle beraber klonlanmanın iyi bir fikir olmadığına iyice emin oldum.



Bu arada diziyi izlerken hep aklıma terapi süreci geldi.

Terapiye giderken de Happy Spa'ya gidenler gibiyiz,  artık eksiklerimiz, acılarımız, tekrarlarımız, alışkanlıklarımız, zaaflarımız canımıza yettiği için, "yepyeni bir ben" istediğimiz için gidiyoruz. Hepimiz istiyoruz o daha iyi beni. Hepimiz istediğimizi zannediyoruz. İtiraf edeyim diziyi izlerken ilk karşılaşmalarında bu klon  kazansın, adamın hayatı ışıldasın istedim. İsterken de rahatsız oldum, çünkü hem kendimle olan çalışmam hem de danışanlarımla olan çalışmam otantik olanı, eksikli, kusurlu olanı, kendimizi sevmek üzerine. Yine de insan parıldayana bir anlık da olsa aldanıyor. Oysa hatalarımız, zaaflarımız, acılarımız bizi biz yapan. O ideal ben parıl parıl parlasa da biz buyuz, her birimiz eksikli ve kusurluyuz.


Tuesday, October 15, 2019

sınırlara çekilmek ve analık



Geçenlerde bir gün minanın öğretmeni minayla ilgili güzel şeyler söyledi, ben de içimden biraz gururlandım ( dört yaşında çocuk, abartma aslı, evet). O hafta mina'nın yaptığı pek çok şey tüm zamanlardan daha çok rahatsız etti. Gururun öbür yüzü utanç. Aman da ne güzel evlat yetiştirmişim diyerek gururlanırken (evet, daha dört yaşında ama insan kendine pay çıkarmaya yer arıyor), o kafamdaki güzele uymayan her "kusur" rahatsız etti beni. Döndüm ve hafta başında hissettiğim o iğreti duyguyu fark ettim. Kendimce tevbemi ettim ve tekrar herşeyler yerine oturdu.


Başka bir farkındalığı öpüp koklamayı abarttığım hafta yaşamıştım. Evlat bu, can içi tabii öpüp koklarız. Ama belki izin isteriz, belki müsade alır, işaretleri okuruz. Can içi olsa da benden ayrı bir can. Ben o hafta içimden taşan muhabbetle, hop öp, hop yanak sık, burun sık vs severken, aslında ona, benden ayrılığını unutturacak mesajlar verdim. Ona bir uzvum gibi davrandım. O da bana öyle davranmak istedi doğal olarak. Annee su! Annee! Oyun! Anneee! Bekletince ya da istediği yanıtı vermeyince her zamankinden daha yüksek tepkiler verdi. Çünkü koluna şuradaki su bardağını al dediğinde kolun komutu dinlemezse şaşırır, kızarsın. Sonra neyse ki fark ettim ne olup bittiğini ve dengemize geri döndük çok şükür. Saygı verdim, saygı aldım. Sevgimi saygıyla verdim.

Dengeye dönülür ama dengede kalınmaz. Denge çok çaba isteyen bir iş. Yine geçenlerde çıktım o dengeden, aklım çok kalabalıktı, yapılacak işlerin içinde kaybolmuş hissediyordum. Kaybolmuş hissettiğimde kontrolü de kaybedip otomatik pilota geçiyorum. Mesela diyelim çalışıyorum oturmuşum, Mina odaya gelip bişey istiyor, hemen kalkıp veriyorum, hemen işi gücü bırakıp ona yöneliyorum. Çünkü benim otomatiğim bu. Ben verdikçe, işi gücü bırakıp ilgimi ona yönelttikçe (iyi annelikten değil, kolayı bu, otomatiği bu olduğu için) o da sınırları zorluyor. Daha beklentili ve bağımlılaşıyor. Bunu fark edip dikkatimi yeniden kendime, merkezime çekince ilişkimiz yoluna giriyor, rayına oturuyor. Bu farkındalığı da ilk defa "Bebeğinize Fransız Kalın" kitabı ile kazanmıştım. Kitap, çocukların kendi hayatları olan anne-babalara ihtiyacını; onlara dünyanın merkezi olmadıklarını öğretmenin önemini çok güzel anlatıyordu.

Aslında bu bütün ilişkiler için geçerli. Özellikle içinde kaybolma ihtimali olan yakın ilişkiler için.

Wednesday, October 02, 2019

buradayım


merhaba ben aslı, burada olmakla ilgili çalışıyorum.
işim bu.
bu bedende olmak, bu bedenin herhangi bir yerinde, içinde veya dışında, tümünde ya da belli bir kısmında, bazı bölgelerinde, uzay boşluğunda ya da geçmişte bir yerlerde.
enerjin nerede? acını nerede hissediyorsun? kızgınlığın nerede? coşkun nerede? ayakların nereye basıyor, ayaklarının bastığı yerde misin? neredesin?
gönlüm hep seni arıyor, neredesin sen? acını nerede hissediyorsun? onu fark ettiğin yer neresi? fark ettiğin yeri nereden fark ediyorsun? böyle sorular işte.

burada olmakla ilgili çalışıyorum, dünyanın burasında, burada doğmamışlarla.

buradayım, bu kafede, gowanus'ta bir yerlerde, oturduğum yer biraz gizlenir gibi bir köşe.

gizlenirken buradayım demek, buradayım derken de gizlenmek istemek; galiba bu benim hayatımın dilemması. biraz ünlü olacak olsam sanırım kaçacak delik ararım. biraz da ünlü olmam o yüzden herhalde.

orası neresi? burası bir kadın. 

Wednesday, May 01, 2019

emekçi babalar anısına


Babam ilkokuldayken dedemin muhasebe işlerine yardım edermiş. Geceleri kardeşleri uyurken o sobanın başında bir mum ışığıyla (kardeşleri uyanmasın diye) hesap kitap yapar, defter tutarmış. Ertesi gün okulda derste uyuklarmış ama öğretmeni "ellemeyin, uyandırmayın" dermiş, bilirmiş babamın neden uykusuz kaldığını. Babamın dedeme işlerinde yardım ettiğini herkes bilirmiş. Bir kere o da yaşıtları gibi sokakta çocuklarla oynamak istemiş, bir amca gelip babamı azarlamış  "senin ne işin var burada, yakışıyor mu sana" diye.. babacığım çok utanmış bunu duyunca...   şimdi o güzel anısına sarılıyorum gözyaşları içinde, canım babam sen de çocukmuşsun, o amca utansınmış.

Babamın bu anısı, az evvel mabel matiz ve ayten zara'nın emekçi babalarıyla ilgili yazdıklarını görünce geldi.


siyah beyaz bir resim düşer aklıma her 1 Mayıs'ta.

13 yaşından beri inşaatlarda çalışan babamı hatırlarım.

Akşamları eve geldiğinde yara olmuş el ve ayaklarını sıcak suda yıkar, sonra da kremlerdik.


Baba niye başka bir iş bulmuyon diye sormuştum bir gün.

Kaderine razı bir sesle okur-yazar olmayan biri başka ne iş yapar ki kızım demişti.
Bafra sigarası içer, derin derin çektiği sigara dumanıyla hayata olan açlığını bastırırdı sanki.
Okuyamamış olmanın eksikliğini ceketinin cebindeki kalem, eve getirdiği gazete de taşırdı.
Hesaplarını tutar, annemle dönüşümlü olarak gazetesini okurduk.



Kızıltoprak Karakolundan aradılar bir gün.

Ayten Zara sen misin diye sordu ses.
Evet dedim.
Baban karakolda. Seni istiyor, acele gel dedi ses.
Korkuyla koşarak gittim.
Utandı beni görünce babam, başını yere eğdi.
Yüzü gözü mosmor, kan revan içindeydi!
Çalıştığı inşaatın yanındaki binada oturanlar gürültülü çalışıyor diye babanı dövmüşler! dedi emniyet müdürü.



Sanki babam ölmüş kadar acı bir yalnızlık ve merhamet kapladı bedenimi o an.

İçim titredi. Gözlerim yaşla doldu. 
Gittim sarıldım sıkıca babama. 
Gözyaşlarım babamın kanıyla karışıp aktı.



Kırmızı bir leke gibi asılıdır ben de bu hatıra.

Babamın yaralarından, akıtılan kanından bir gönül yaptım kendime, bir de hayat. 
Sağ ol babam.



Ey üç heceli şanlı söz 1 Mayıs

Yoksul hayatların çığlığı,
Nasır tutmuş ellerde ve kırlaşmış saçlardaki yüce emeksin sen.
Savaşsız, sömürgesiz, kardeş bir dünya için hep var ol!






Verified

Mersin’deki evimizin oturma odasında 25 küsür senedir asılı duran Türkiye haritası. Son gittiğimde çektim bu fotoğrafı. Bu sefer başka türlü bakıştık.

Hikayeyi artık çoğunuz biliyorsunuz. Babam sık sık tırıyla sefere çıkardı ve biz onu bu haritadan takip ederdik. Çok önemliydi bu harita, o günlerimizin alnında vurulu koca bir mühür gibiydi. Gündeliğimizin ayrılmaz, bir o kadar da sıradanlaşmış bir parçasıydı. Daha uzun süren yurtdışı seferlerinde ise atlaslara ihtiyacımız olurdu. Bundandır ki bu haritanın dört köşesini ezbere bilirim. Bütün sınır kapıları, uzak doğu şehirleri, hâlâ birer mıh gibi zihnimin bir köşesinde. O şehirlerden, kapılardan birinden bir telefon gelirdi de ev şenleniverirdi birden. Gerçek şu ki, bu haritada çok teselli aramışım. Umudun, mutluluğun izini bu duvara bakarak sürmüşüm yıllarca ve yıllarca, çocuk aklımla.. Dün Eskişehir’de Maya turnemizin son konserini yaptıktan sonra, bugün bunları düşündüm uzun uzun.

Hayat çok tuhaf ve büyülü.
Hayat yıllar sonra bana aynı şehirleri, aynı toprakları kendi şarkılarımla karış karış dolaşma mutluluğunu bahşetti. Kendi iç çocuğumun şarkılarını bu coğrafyada gezdirirken, başka kimbilir kaç çocuğun kalbindeki arayışın, tesellinin sesi olduğumu hissettim. Evet bunu derinden hissediyorum.

Maya turnesiyle 30 küsür Anadolu şehri dolaşmışız son 6 ayda. Müziğimizle yeni yeni haritalar çizerken, bize eşlik ettiğiniz için sonsuz şükranlarımı sunuyorum hepinize, bütün dinleyicilerimize.

Farkettim ki, benzer acı ve sevinçlerin gölgesinde, aynı şarkıya tutunmak, başka hiçbir şeye benzemiyor.
Farkettim ki, kalbim en çok bu haritaya benziyor.

Sunday, April 28, 2019

sokağımızın sesleri

yaşadığım sokağı seviyorum. yaz bahar akşamlarında sokaktan oyun oynayan çocuk sesleri geliyor, haftasonu geceleri sokağın başından eğlenen, kahkaha atan, şarkı söyleyen kadın-erkek sesleri, cumartesi akşamları karşı binadan enstrümantal film müzikleri, bazen sokaktan türkçe konuşan insan sesleri,  bazen de arabalarıyla geçenlerin yüksek sesle dinlediği arap müzikleri geliyor.  zaman zaman da korna sesleri ve cevaben küfürler geliyor onu sevmesem de.


ilk taşındığımızda binadan ezan sesi geliyordu, ben de herhalde vatan hasretinden erdim diye düşünmüştüm :P meğer binamızda bissürü müslüman komşu varmış ve telefonları da ezan saatlerinde ezan okuyormuş :)



Friday, April 19, 2019

otantisite meselesi



evlilik kolay bir şey değil
ve zorlanmak hayat belirtisi
yaşıyorum ki zorlanıyorum
ne güzel
sınırlarım ve sınırların
ve sayısız müzakereler
yataklar döşekler altında bezelyeler hep var
varsın uyumayalım bazı geceler
kaçıversin de uykumuz
kaçıversin de rahatımız
olalım rahatsız prensesler, prensler,
böylece büyüyelim de beraber
olalım kraliçeler krallar

sonra uyuruz deliksiz uykular



Wednesday, April 03, 2019

çörekotu ve dua

Altı yıl önce bu sabah kahvaltı hazırladım, beyaz peynirin üzerine biraz çörekotu serptim. Babam görünce ne iyi ettin bunu, çörekotu ölümden başka her derde deva dedi. Kahvaltıdan kalktıktan kısa bir süre sonra canını teslim etti. Bir Mirac kandili sabahıydı. Dualarınızda onu da anın.

Babam hep metaforlarla anlatır birşeyleri (geniş zaman). Ruh için zaman yok, sonsuz geniş zaman.

neresi sıla bize neresi gurbet

Saturday, March 30, 2019

özgürce ve muhtaç




Instagramdaki notesfromyourtherapist hesabını seviyorum,  görselmiş gibi davranan bir ses hesabı, duyalım diye.

bu postunda da diyor ki
Eğer ihtiyaç sahibi olmaktan nefret ediyorsan, sürekli bir stres halindesin demektir. Çünkü insan sinir sistemi başkalarıyla güvenli duygusal bağlantılar kurmak üzere gelişmiştir. Başkasına ihtiyaç duymak insan biyolojisi için çok temel bir hal. İnsanlara başkasına ihtiyaç duymamayı öğretmek travmayı öğretmek demek. Ve bu utanç duygusu aracılığıyla öğretiliyor.  
Bazen seanslarda şimdi ne hissediyorsun diye soruyorum, neye ihtiyacın var? İhtiyacın olanı kendine nasıl verebilirsin şu anda? diye.  Belki bugünkü aydınlanmamdan sonra başka şekilde  sorarım bu soruyu. Çünkü bazen kendi kendimize veremiyoruz birşeyleri, herşeye gücümüz yetmiyor, yetse de bir başkasından istiyoruz; annemiz, babamız, eşimiz, kardeşimiz, evladımız, arkadaşımız, hayali bir başkası, başkalarından.  ada değiliz. Ama bazen o kişi karşılayamıyor o ihtiyacı verebilecek donanımda olmuyor, bazen hayatta bile olmayabiliyor, bazen o ihtiyacın ihtiyaçlığını kabul etmeyebiliyor, olmayabiliyor. İşte o anlarda, "kendine bunu nasıl verebilirsin?" sorusu biraz alan açıyor bana ama tam da değil. Kendimle kurduğum ilişki dışında başka ilişkilere ihtiyacım var. Almaya ve vermeye ihtiyacım var; almaya işlemeye, dönüştürmeye, vermeye.  Bir enerji üreticisi, bir sevgi üreticisi, bir şefkat üreticisi bir güven üreticisi olarak çok uzun süre çalışamayabilirim. Ama malzemem olursa, en güzel şekilde işleyip dönüştürüp, yayabilirim. Yoksa üreticilik büyük bir yük, insanın bu dünyada yalnız olduğu vehminin yükü.
İnsan bu dünyada yalnız değil neyse ki, Yaratıcısı var, Velisi, Vekili, Seveni, Koruyanı, Merhamet edeni, Kuşatanı, Genişleteni, Göreni, İşiteni, İkram edeni, Doyuranı, Affedeni, Duaları kabul edeni, Hayat vereni, yeniden yeniden hayat vereni var. "Ancak sana kulluk eder ve yalnız senden yardım dileriz." ne kadar özgürleştirici. İhtiyacımı görüyor, boynumu eğiyorum, kendi kendime üretme çabasına girmek yerine onun kaynağından istiyorum. İhtiyacımı başka kulları aracılığıyla veriyor ama hep veriyor, gerçekten aç isem, ondan istemişsem. Bu o kadar güzel bir denge ki, beni insanlara, hayata, kendime ve Yaradıcıma bağlıyor. Kendin pişir kendin ye yalnızlığından çıkarıyor. Komşu komşunun külüne muhtaç ama küllü komşu ile külsüz komşu arasındaki muhtemel hiyerarşiyi kırıyor. Beni isterken özgürleştiriyor.  

          Nasıl hissediyorsun? Neye ihtiyacın var? Bu ihtiyacın aracılığıyla, sonsuz merhamet sahibiyle
          nasıl bağ kurabilirsin?


         

manipülasyon ve şirin



Akşam online seansım vardı, Fatih de evde yoktu yani Mina'nın seanstan önce uyuması lazımdı. Zaten de uyku saatiydi. ama bazen uykuya dalması uzun sürebiliyor, bazen onu uyutacağım derken uyuyan ben olabiliyorum, yani riske edemezdim.

Manipüle etmeyi seçtim. şöyle bir diyalog geçti aramızda:

A: mina oyuncaklarını topla.
M: çok uykum vaar
A: namaz kılıp gelene kadar uzanabilirsin, gelince seni kaldırırım toplarız beraber.
M: uzun uyumak istiyorum.
A: o zaman  gelince bakarım sana uyumamışsan kaldırırım, uyumuşsan kaldırmam.
M: tamam (bıyık altından gülüyor) gözümüzü böyle mi kapatıyorduk?
A: haha evet, öyle kapatıyoruz.

Biraz sonra uyumuştu Mina. Çok kolay olmuştu ama içim de rahat değildi. Seanstan sonra fark ettim beni rahatsız eden şeyi, bambaşka birşey üzerinden, kadın erkek ilişkileriyle ilgili düşünürken.  Ben Mina'yı manipüle etmiştim, Mina da beni. O beni manipüle ettiği için eğlenmişti, ben de onu manipüle ettiğim için. Manipülasyon tek taraflı olmuyor hiç. İlişkide birşeyler eksik kalıyor, tamamlanmıyor. Mina örneğinde bu "masum oyunu" sürekli tekrarlasak, istemediği işlerden bahaneler bularak kaçabileceğini öğrenecek. Ben ise uyku saatinde 15 dk filan kazanacağım sadece.

Bir hint atasözünün demediği gibi " Manipüle eden, manipüle edilir".

Eşini parmağında oynatan kadın manipüle eden kadın, gerçek bir ilişki yaşayamıyor.
Yumruğunu masaya vuran, eşini avucunun içine alan adam, manipüle ediyor, gerçek bir ilişki yaşayamıyor.

Gerçek ilişki şeffaflık, çaba ve kırılganlık gerektiriyor.

Friday, March 29, 2019

Zevahir ve Prag Öğrencisi



Nuri Bilgin’in anlatımıyla Prag Öğrencisi filmi:



Bu filmde yoksul, ama rahat bir yaşamın düşünü kuran ve geleceğe ilişkin tutkuları olan bir öğrencinin yaşamı anlatılır. Öğrenci, bir gün Prag dışında bir meyhanede bir içki alemine katılır; aynı anda çevrede, yüksek sosyetenin gönlünce eğlendiği bir av partisi yapılmaktadır. Av partisine katılan grubu yöneten ve ipleri elinde tutan biri vardır; avı istediği yöne çekmekte ve avcıların hareketlerini istediği gi­ bi yönetmektedir. Bu adam onlara benzemektedir: Uzun boylu, eldivenli, bastonlu, hafif göbekli, yüzyılın başında moda olan keçi sakallı biri; bu adam Şeytandır. Bir ara, gruptaki zengin kadınlardan birinin yolunu şa­şırtır ve öğrenciyle karşılaştırır. Öğrenci, yıldırım aşkıyla kadına vurulur, ama zengin kadın ondan kaçar. Evine dönen öğrenci, cinsel bir biçim alan tutkusunu ve doyumsuzluğunu yaşar. işte o anda, öğrencinin sadece kitaplar ve bir boy aynası bulunan odasında Şeytan görünür. Öğrenciye, aynada görülen imgesi karşılığında, bir külçe altın önerir. Pazarlık yapılır ve anlaşma sağlanır. Şeytan, aynadaki görüntüyü tıpkı bir gravür veya bir karbon kağıdı gibi söker, katlar, cebine atar ve gider. Öğrenci para saye­sinde büyük sükse yapar, yüksek sosyeteye katılır. Aynaların önünden ge­çerken biraz sakınır, ama başlangıçta kendini görememek onu fazla ra­hatsız etmemektedir. Bir gün kendini etten ve kemikten karşısında görür: Bu, onun görüntüsünü taşıyan eşidir; Şeytan tarafından ortalığa çıkarılmıştır. Her yerde ögrenciyi izlemekte ve ögrenci, birlikte görülmelerinden korkmaktadır. Giderek sorunlar artmaya başlar. Ögrenci, kendi çiftinden kaçmak için sosyeteye gitmediginde, çifti yerini almakta ve onun adına birtakım işler çevirmekte veya işlerini karıştırmaktadır. Bir gün bir düello­ya davet edilir. Şafak vakti, özür dilemek için vuruşma yerine gittiğinde, çiftinin daha önce davranıp karşısındakini öldürdüğünü görür. Öğrenci saklanmaya başlar. Ancak onun çifti, sanki satılmış olmanın intikamını al­mak istercesine onu kovalamaya devam eder. Her yerde onunla karşıla­şır. Artık ne toplum yaşamı ne de varoluş olanaksızdır. Bu umutsuzluk içinde, kendine içtenlikle yaklaşan bir kadının aşkını geri çevirir ve görün­tüsünü öldürmeyi tasarlamaya başlar. Çiftinin onu odasına kadar izlediği bir akşam kavga başlar. Öğrenci, kavganın belirli bir anında çiftini, çıktığı ayna önünde görür ve geçmişin özlemiyle görüntüsüne ateş eder. Ayna kırılır ve çifti bir fantazma haline dönüşerek kaybolur. Fakat aynı anda öğrenci yıkılır, ölen odur. Çünkü kendi imgesini öldürürken, bizzat, kendini yok etmektedir. Yerde acıyla kıvranırken kırık ayna parçalarından birini alır ve bakar, yeniden kendini görebilmektedir; ölmeden az önce, kendi normal imgesini bulmuştur, ca­nıyla ödeyerek.

Ölmeden az önce kendi imgesini bulmakta değişik bir coşku var.  Black Mirror Nosedive bölümünün sonundaki coşku gibi.


Tuesday, March 26, 2019

Aktif imajinasyonun suyu: oyunun iyileştirici gücü

Her çocuk gibi Mina’nın da büyürken mahrum kaldığı şeyler var. En büyük mahrumiyeti geniş aileden uzak olmak. Annanesini, babaannesini, guguk dedesini, halaları, amcaları, teyzeleri ve kuzenlerini özlüyor mütemadiyen. Bazen bir kitapta bir araya gelmiş geniş bir aile resmi görünce bozuluyor, annanesinin kuzenleriyle oynadığı videoyu izlerken yüzü düşüyor. Biraz sonra geliyor bana, sen annaneymişsin, bizim evimizde yaşıyormuşssun diyor hemen annane oluyorum, bazen dede oluyorum, bazen kuzen. Bazen pilot olup istanbul’a uçuruyorum. Hep kavuşuyor sevdiklerine.

Mahrum kaldığı bir başka şey istediği gibi şeker çikolata yiyememek, hem sağlıklı olanı hem helal olanını yemesi gerektiğni biliyor ama nihayetinde çocuk, canı çekiyor. Geçen gün okuldan bir sürü şeker göndermişler, üstünde helal ya da kosher işareti yoktu, bayaa da boyalı birşeylerdi, bunları çöpe atalım daha sonra sana başka çikolata veririm diyince atmayalım oyundan yiyim ben bunları dedi, sonra da oyundan yedi ve mutlu oldu.

Bir de çizgi film meselesi var, o tam garibanlık :) istediği kadar çizgi film izlemiyor (neredeyse hiç izlemiyor) ama bu mahrumiyetini de oyunla çözüyor. Bulduğu çizgi film karakterli  karton kutu, etiket vs ne varsa hepsini TV yapıyor, ben de hem yazıyor hem seslendiriyorum. Çizgi film seyretmiş gibi mutlu oluyor. Ben de seslendirme ve senaryo konusunda bayaa gelişiyorum.

Herşeye sahip olması mümkün değil ama oyun oynayabilmesi sahip olduğu çok büyik bir şey.

Sunday, March 24, 2019

kolayca ve zorlanarak



"Barışsavaşın yokluğu anlamına gelmez, o bir erdem, bir ruh hali, bir iyilik, itimat ve adalet duygusudur."   
                                                                                                                                                 Spinoza

eskiden taş atmazdım.  barışçıllığımdan değil, kurbağaları önemsediğimden de değil;  hiç bir zaman değmezdi atacağım taş ürküttüğüm kurbağaya ve ben taş atmazdım. stoik bir vakarla yaşardım. (burda bir inception varmış) 
keçiboynuzu da çiğnemezdim hiç, değmezdi bence bir dirhem bal için bir çeki keçi. 
muhakkak bir bildiği vardı enerjimin ve modumun, enerji tasarruf modundaydım.  bir çeşit hayatta kalma modu. eğer tehdit varsa kabuğuna çekilir, kapını sıkı sıkı kapatır, kimselere açmazsın.
yeniden güvende olduğunda başını çıkarır bakarsın, güneş varmış, çiçekler açmış, sen de başını çıkarır ve çiçek açarsın.
güneşin açtığını bilmek için başını çıkarmak gerekir. 
çiçeklenmeye değer mi, sonbaharda dökülecekseler, bahar gelmişse, baharı görmüşsen sormazsın. 


güle dair bir neden yok,
gül açar çünkü açar. 
angelus silesius 


şimdi taş atıyorum, çiçeklenip, keçiboynuzumu çiğneyerek. taş atıyorum da kolum mu yoruluyor, yorulsun.  yorulmayı önemsiyorum. namütenahi yorgunluk halini yüceltmiyorum ama yorulabilmeyi önemsiyorum. yorulabilmeyi seviyorum. taş atmanın bana kattığı şeyi, taş atma tecrübesini, çiçeklenme tecrübesini, çiğneme tecrübesini önceleyerek. kas geliştiriyorum, çiçeklenme kaslarımı. 

hani şu meşhur söz var ya "hayat konfor alanının dışında başlıyor " diye, bencileyin konformist, bu sözü baştacı ediyorum, yattığım yerden bu yazıyı yazıyor olmam başımın tacı olmasını da değiştirmiyor. barış ancak onun için uyanık bir çaba harcayarak, binbir savaşın içinde gerçekleşiyor. 














Friday, March 22, 2019

burası evimiz




Geçen hafta bugün Yeni Zelanda'dan gelen çok acı bir haberle güne başlamıştık. müslüman bir göçmen olarak sadece bu yas ve acıyla değil aynı zamanda güvensizlikle de, çok büyük bir güvensizlikle de bir anda çarpışmış ve hatta çarpılmış oldum. İlk gün sokakta gördüğüm beyaz amerikalıların gözlerine bakmak istemiyor, hiç ama hiç güvende hissetmiyordum.





Sonra Amerikalı arkadaşlarımdan acımı hafifleten mesajlar geldi, dünyanın her yerinden bu mesajlar gelmeye devam etti. Yeni Zelandalıların, tüm ülkenin, Jacinda Ardern'in bu acıya, acımıza yaklaşma biçimleri yeniden güvende hissettirdi.

bu arada kendi ülkemi düşündüm, yıllardır hiç şaşmadan çalışan bir makine gibi öteki üreten ülkemi. 
6-7 eylül'ü, 2 Temmuz'u, 19 Ocak'ı. 
geçmişteki tüm ötekilere, bugünün ötekilerine ve yarının muhayyel ötekilerine sarılmak istedim,
burası eviniz, burada güvende olmanız lazımdı. 
burası evimiz.


Wednesday, March 13, 2019

ilmek ilmek örülerek

Trevanian*'ın Shibumi'sini yirmili yaşlarımın başında okumuştum. Nicholai Hel karakterinin inşa sürecini izlemenin heyecanını hatırlıyorum. Macerası boyunca, başından geçen herşeyin, tüm zorlukların, zorluklarla mücadele ederken kazandığı yeteneklerin, öğrendiği birbirinden alakasız bir sürü şeyin bir araya gelince oluşturduğu enteresan ahengi okumak çok etkileyiciydi.

Tam da onu, başka biri değil de Nicholai Hel yapacak yolculuğun ilmeklerini takip etmek, aslında yaşadığım hayatın beni başka biri değil de Aslıhan Havva Başgül yapacak bir yolculuk olduğunu fark etmek demekti. Bu yolculuktaki her bir şey çok özel ve kıymetliydi, çok özel ve kıymetli.
Her birimizin yolculuğu öyle..

* Trevanian: Rodney William Whitaker'ın müstear ismi, ben de şimdi öğrendim yazıyı yazarken. 


isterseniz şöyle bir ağaç çizin:

Wednesday, January 02, 2019

aktif imajinasyonun suyunu çıkarmak

Seanslarda yapmayı en sevdiğim şeylerden biri aktif imajinasyon.
hadi o korkuyu yaşadığın ana gidelim, hadi en kötü senaryoya, içinde en huzurlu, güvenli hissettiğin ana, en geriye, en başa. annenin karnındasın, doğumundasın, doğdun, ananın kucağındasın, bak büyüyorsun...

Geçenlerde dhafer youssef NY'a geldi, müziği de biraz "değişik",  Fatih ve bazı arkadaşlar çok bağ kuramadılar ben de tamam dedim, o zaman yalnız giderim. yalnız başıma sinemaya gitmeyi çok severim,  alışverişe, kütüphaneye, müze, sergi gezmeye..  ama ilk defa bir konsere yalnız başıma gittim. Ve hiç de sevemedim. Ama konser çok güzel.. ben hiç rahat hissetmiyorum, nasıl ol filan derken.. bir baktım  Aslı (uzun olan)  yanımda sallanıyor müzikle, bir baktım Özlem kıkırdıyor, Tayyibe mutlu oluyor, bir baktım Yasemin hayran hayran izliyor, Esra iç çekiyor, sesini inceltip acaip numaralar çektiğinde leyla beğeni kahkahasını atıyor, Gökçe, Selin yanımda eğleniyor, Fatih arkamdan sarılmış beraber sallanıyoruz müzikle. Beraber konser izleyip keyif aldığım herkesler yanımda, hatta daha önce beraber izlemedik ama neden olmasın kontenjanından Kevserciğim de var.
bir anda konser benim için bambaşka bir zevke dönüşüyor, hoop bir iki saatte İstanbul'a gidip, sevdiklerimi görüp, beraber konser dinleyip dönmüşüm gibi.

akşam da oturdum babamı düşündüm, hep içim buruktu, düğünümdeki eksikliğinden. baba demek dağlar, taşlar demek, çok büyük birşey demek, eksikliği de çok büyük. ben de oturdum, yeniden evlendim, babamın elini öptüm, o benim alnımdan öptü, hayır dualarını etti, neşelendi, gözleri güldü
ve böylece tamam oldu, eksik olan.

ruh için zaman ve mekan yok.



Zülfü Livaneli - Doğdukları Yerde Ölenler