Saturday, March 31, 2007

nostaji kuşağı albümü: so far so good

95 senesinde gökçe çekmişti bana bu kaseti. komşusunun oğlu aykut muydu neydi, ondan almıştı, bir tane kendisine bir tane de bana kopyalamıştı.o sene çok dinlemiştim. sonra kaset kaybolunca dinleyememiştim. dün indirdim. tekrar dinliyorum şimdi. az evvel 95 yazarken fark ettim 12 sene olmuş. çok olmuş.

sahnenin dışındakiler

tanpınar okumayı çok sevdiğimi artık biliyorsun okurcuğum, çok defa tekrar etmişimdir buralarda bir yerlerde. bu kitabı niye okumamışım bugüne kadar bilmiyorum ama bu iyi bir zamanlamaydı bence.

16 nolu otobüsün koridora bakan koltuğunda başlayıp 10 nolu otobüsün cama bakan koltuğunda bitirdim. bitti mi? bitmiş gibi duruyor, 309. sayfadan sonra kitap hakkında açıklamalar var. eğer bu açıklamalar olmasaydı kitabın eksik basıldığını filan düşünebilirdim belki. şimdi oturup kitaba sonlar düşüneceğim. mutlu sonlar, mutsuz sonlar, basit sonlar, karışık sonlar.. atlantis serisi vardı ya onun gibi işte.

Tuesday, March 27, 2007

üslub

leyla ile mecnun yazısını ve ne isimli yazıyı dolaba kaldırdım.
dün sabah işe giderken güzergah değişikliği yaptım, trene bindim, yolda bir yazı yazdım.bu dönemki güzergah değişikliğimden bahsettim. derslerin yabancılığından ve benim için zorluğundan. üslup dedim, üslubu severim dedim. akıştır. üzerinden söylenir bir şeyler. ritmi vardır. yabancılanan yadırganır evvela, sonra alışılır ve belki sevilir, belki sevilmez dedim. bazen de üslubun klişesi sıkar "hadi ama şaşırt bizi biraz" deriz. üslup seyretmeyi severim.
bu sabah da wittgenstein sabahıydı, canım bu adamı okumak istedi, hangi kitabından başlasam diye sözlüğe bakayım dedim. bu adamın güzel bir soyadı var, söylenişi güzel. sözlükte hayatiyle alakalı bazı şeyler okudum bir de bazı sözlerini. dikkatimi en çok çekenleri sizinle paylaşayım:
'sevilmeye; hayran olunmamaya çalış' oruç aruoba'nın 'ile'sinde doya doya açıkladığı deyim. şöyle ki;'hayranlık' zavallı bir şeydir- çarpık birşey: çoğunluka, 'hayran' olunan , sahte bir büyüklük görünümü içindedir; 'hayran' olan da, yanlış bir küçüklük duygusu içinde...
png
sevmeye, hayran olmamaya çalış pur.
bakın bir de bunu çok sevdim :
"bir insan kilitli olmayan, ama içeriye doğru açılan bir kapıyı boyuna itiyor, çekmek aklına gelmiyorsa, o odada hapistir."

Thursday, March 22, 2007

eternal sunshine of the spotless mind

ahmet kardeş hafıza sildirmeyle alakalı bilgi aramaktadır:

"merakım beni bakırköy ruh ve sinir hastalıkları ardındansa çapa tıp fakültesine mail atmaya yönlendirdi bu çalışmalarım sonunda bakırköyden yanıt şu şekilde oldu "eğer hafızanızı sildirmek istiyorsanız büyük sorunlarız var demektir insan yaşadıklarından pişman olmamalı isterseniz gelin yüz yüze konuşalım cevabınızı bekliyorum" çapa tıp fakültesi ise sadece şunu gönderdi "çok fazla film izlemişsiniz".. "

Tuesday, March 20, 2007

incir ağacı -> ayşe hanımın yeni suçu

kelimeler:
Pembe-beyaz – 21 gün- tutku-hatt-ı hümayun- suret- azade- narsist- ebegümeci yaprağı- namütenahi- özge- seyyid nur nesimi- kompliman- yelkenli-yelkensiz- taslak- kilimci-minnesota çok yönlü kişilik envanteri- sinyal gücü- elmalı turta

“Bu kadın çıldırmış olmalı” diye geçirdi Özge hanım içinden, yazı işleri müdiresi için, bu kelimeleri ard arda sıralamak için çılgın olmak lazımdı evet, bu kadına mmpi (minnesota çok yönlü kişilik envanteri) uygulamak isterdim diye geçirdi içinden, nasıl bir profil verirdi kim bilir… içinden böyle söylene söylene çıktı pembe-beyaz boyalı binadan. Yürüdü sultanahmetten aşağıya doğru yavaşça yağmur çiseliyordu, ne güzel toprak koktu diye geçirdi içinden. Etrafına bakındı, ebegümeci yaprağı gördü, aklına yazı geldi yine, incir dedi. Bu kadın sahiden çılgın “git bir incirle görüş” dedi bir de.. hayır bir de yaptığı kelime listesinin tepesine hatt-ı humayun yazmış altına da “tiz bu kelimelerden bir yazı yazıla ve incirin hikayesi anlatıla” diye eklemiş, narsist desen narsist değil böyle halleri dışında mütevazi bile sayılabilir ama bence deli.. deli valla.. uuf neyse gidip bir incirle görüşeyim en iyisi diyerek Kadıköy vapuruna bindi. Yağmur hızlanmıştı, içeri geçti. Cam kenarına oturdu, dışarı baktı. Düşündü… İncirle alakalı ne anlatır.. mırıldandı “ incir ağacısın gam götürensin”.. yiyeceği sütlü incir tatlısını düşündü, gam götürür mü.. tatlısı gam götürür, sütlüsü, kurusu, meyvesi.. ağacı da götürüyormuş demek ki… üzerine yemin bile var.. vardır elbet bir hikmeti.. böyle düşüncelerle vapurdan indi, sütlü incir tatlısını yiyeceği lokantaya doğru yürüdü, yolda bir pastane gördü, elmalı turta gördü vitrinde, elmalı turtayla da görüşebilirdi pekala, ama incir ile görüşecekti. Bu elma ile adem ile Havva çıplak kalmışlardı da incir yaprağıyla örtünmemişler miydi, gam götürendi demek ki…

Girdi lokantaya, siparişini verdi, beklemeye başladı.. bu arada bir taslak çıkarayım diye geçirdi içinden.. çünkü incirden başka bir de kelimeler vardı, bir kilimci edasıyla dokuyacaktı hikayeyi bu kelimelerden…taslaklar planlar da ona göre değildi pek, hele de yazı yazarken… Gideceği yönü bilmeyen bir yelkenli gibiydi, rüzgâr onu götürürdü bir yerlere hep.. Bazen de böyle yelkensiz oluyordu işte… İncir tatlısından medet uman bir yelkensiz. Tatlısı da geldi işte.. Konuşmaya başladı tatlıyla, “sevgili tatlı, tatlı sevgili, bana ne anlatacaksın?” dedi.. sonra "al işte körle yatan şaşı kalkar" diye geçirdi içinden öyle bir müdirenin çalışanının kafayı sıyırması işten bile değildi…işten değildi de ya neydi.. aralarındaki iş ilişkisi değil miydi? "Bu kadının beni bu yazıya yollarkenki maksadı neydi… gam götürenmiş incir ağacı… belki sıkkın gördü beni bugünlerde… ha bir de git bir incirle görüş dedi, bir sürü arkadaşın var, birisi aracı olur muhakkak dedi… gayet de ciddi görünüyordu.. ya bu kadın sahiden deliyse.. ben de indim kuyuya taşı çıkarmaya çalışıyorum" … kuyu diyince aklına bir anda toprak hanım geldi.. ve başının üstünde bir ampul yandı.. “tabii yaa” dedi.. toprak hanım aracı olurdu bu görüşme için, hiç olmadı kendi bir şeyler anlatırdı… “evet, işte nasıl düşünemedim ki.. bizim müdire deli meli değil kadın akıllı yaa” diye değiştirdi fikrini yine.. tatlısının son birkaç kaşığını daha bir zevk alarak yedi sonra…

Çıktı lokantadan, yürümeye başladı seyyid nur nesimi tekkesine doğru.. Yağmurlu Kadıköy sokakları ne de güzeldi.. Toprak hanımı görme fikri de öyle güzeldi.. Toprak hanım 21 gündür bu tekkedeydi, görenler bahçede öylece oturup düşündüğünü anlatıyorlardı. Zaten epeydir de görmemiştim diye geçirdi içinden.. Acaba bu inzivasında rahatsızlık vermiş olur muyum korkusu da yerleşti içine. Bu arada bahçe kapısına gelmişti Özge, kapıyı açtı ve bahçeye bakan toprak hanımı gördü, toprak hanım :
-hoş geldin özge, ben de seni bekliyordum..” dedi, Özge de “ şey hoş buldum, demek beni bekliyordun.. ben de seni bu inziva içinde rahatsız etmekten korkmuştum” dedi
Toprak hanım: “inziva dediğin de namütenahi değil ki şekerim”
Sonra gülüştüler..toprak hanım özge’ye “çok güzelleşmişsin” dedi, hayır bu bir kompliman değildi, toprak hanım böyle şeyler yapmazdı çünkü.. sonra da “dur sana incir ikram edeyim” dedi, “taze topladılar, şurdaki incir ağacından bu sabah..” bunu duyunca Özge gülümsedi ve rahatladı, işte toprak hanım her zamanki gibi konuyu açmıştı önüne, “toprak dedi, bu ağaç için gam götürensin diyor türkü nedir hikmeti?”

-İncir ağacından bahsetmemi istiyorsun, bu mahrem bir hikayedir, bana sakla dendi, iyi sakla… İncir ağacı mahremdir, hikayedir… bana anlat dendi, iyi anlat…

-Nasıl olacak o? Hem saklayıp, hem anlatacaksın?

-İncir ağacı da öyle yapar, saklanarak anlatır. Anlatarak saklanır… şu kısa ağacı görüyor musun? İncir ağaçları daim kısadır ama toprak altına yayılmıştır kökleri… meyvesi tatlıdır..
Yaprağı da örtü olmuş...

-Vay canına, sevgilim diyor türkü yani, muhabbetinden görmediğim gördüğümden fazla diyor, suretin siretine perde, suretin siretine pencere diyor.. tatlı diyor, örtü diyor.. vay canına

-Nasıl saklanılır söyleyeyim mi böyle?

-Aa lütfen söyle…

-Sevgini temiz tuttuğunda, şahsi tutkulardan azade

-teşekkürler toprak hanım… hiç aklımdan çıkarmayacağım.. ben müsadenle eve gidip biraz çalışayım, yazacak uzun bir hikayem var da..

-Kolay gelsin özge, sinyal gücün bol olsun

Özge gülümseyip bahçeden çıkarken acaba deli olan ben miyim, bir tane normal insan yok etrafımda diye geçirdi içinden... ve mırıldanmaya devam etti “incir ağacısın, gam götürensin…”

KeepArt

eğer kendime web sitesi yaptıracak kadar param olsaydı kesin keepart'a yaptırırdım.

reklamın iyisi kötüsü olmaz di mi :)

Tuesday, March 13, 2007

teslim hırkası, sıraç, yordam, ruh, taht, deve yavrusu, has, sih, müddet, cebir, nil, viyana, hal, hilal, rasyonel, sedef, damla, ruz, daim

yukardaki kelimeleri ayşe verdi bana, ben masumum :)

"ruz be hayr" dedi genç kadın, çok güzel kara gözleri vardı, başörtüsünün altından çıkan saçları da kapkaraydı, ismini sorsam kesin leylaydı. ama sormadım. bir müddet öyle kaldım. sonra "ruz be hayr" dedim. "ben bir has kul arıyorum" dedi. şaşırdım. sonra anlatmaya başladı, mısırlıymış, nil kenarında bir ermişle ettiği sohbetlerden bahsetti, ermiş ona bir yüzük vermiş nil rengi, bu yüzüğü viyana'da aziz johns wort'a götür demiş. yüzüğü almış ve hiç birşey sormadan yola çıkmış.

az gitmiş uz gitmiş varmış bu memlekete, sokaklarda dolanmış biraz. bu hiç bilmediği şehrin sokaklarında aziz johns wort'u sormuş, "guten tag" demiş, "ben aziz johns wort'u arıyorum." gülmüş karşısındaki kişi, niye güldüğüne anlam verememiş kadın. (leyla diyorum bundan sonra kendisine) sorduğu adam ona bir eczane göstermiş, "demek aziz john aynı zamanda bi eczane işletiyor" diye geçirmiş içinden leyla garipseyerek, tüm yol boyunca aziz johns u hep bir kilisede göreceğini hayal etmiş. neyse sonra tarif edilen adrese gitmiş, "guten tag" demiş, "ben saygıdeğer aziz johns wort'u arıyorum " eczacı kadın müstehzi bir tavırla , buyrun diyip bi ilaç kutusu uzatmış. "bu nedir" demiş leyla, "bu aziz johns wort işte" demiş eczacı, "bildiğin sarı kantaron". leyla almış kutuyu, çıkmış eczaneden, "merhaba aziz johns" demiş "biliyor musunuz ben bunca yolu sizi bulmaya geldim, size bu yüzüğü verecektim". . sonra otele dönmüş, su bardağına bir kaç damla aziz damlatmış. içmiş ve kendinden geçmiş.

uyandığında otel odasında değilmiş tabii ki... hemen alice aklına gelmiş ve mantarlar. dönmüş yanı başında oturan sihe gülümsemiş, sih de sevinçle "demek uyandın " demiş, "günlerdir senin uyanmanı bekliyorum, sana kendi elimle yaptığım bitkisel ilaçlardan içirdim, uyanacağını biliyordum. " .." siz kimsiniz burası neresi?" demiş leyla, "hindistan'dasın ben aziz sih johns wort" demiş sih. leyla gülmüş, "saçmalamayın lütfen aziz johns wort sarı kantaron hapına denir, bakın " diyip elini cebine atmış, fekat şişe yokmuş cebinde, o sırada fark etmiş ki yüzük de kendi parmağında değil de sihinkinde, öfkeyle bağırmış "hırsızsınız siz, aziz falan değil, benim için kutsal bir değeri olan bu yüzüğü aldınız ".. sih sakin bir şekilde yanıtlamış " sen rasyonel olmayı cebir dersinde bırakıp çıkmadın mı, nil kenarında ettiğin sohbetlerle, hiç sorgusuz başka diyarlara gitmenle bunu ispatlamadın mı? sen yolu mısır viyana arasından yordamı nil kenarından öğrenmedin mi? " bunu duyan leyla mahçup olmuş, "tamam" demiş size inandım, sih "hayır daha inanmadın" demiş. ona kremalı mantar çorbası içirmiş ve çorba bitene kadar da hal ile alakalı bazı sırlar vermiş. sonra çorba bitince de unutturmuş. leylanın uykusu gelmiş, uyumuş.

uyandığında hindistan'da değilmiş elbette... viyana'daki otel odasında uyanmış, "ooh hepsi bir rüyaydı" diye geçiriyormuş ki içinden sokaktan gelen radyo sesine kulak vermiş "isfahan'ın sesi"... "ooo yooo" demiş. camı açıp sokağa bakınca iran'da olduğunu anlamış. dolabı açmış ve kara bir başörtü bulmuş. başına geçirmiş ve sokağa çıkmış. sonra işte yolda beni görmüş. ve bana bu hikayeyi anlatabileceğini düşünmüş.. işin ilginci ben bu kadın çıldırmış diye düşünmedim hiç. hepsini sabırla ve sükunetle dinledim. bana gayet gerçek geldi anlattıkları. bir ara anlattığı bazı şeyleri kaçırdım, deve yavrusuyla alakalı bir şeyden bahsediyordu ama eminim ki o anlattığı da yine makul birşeydi. hangi ara kaçırdığımı da söyleyeyim. taht-ı revan ile gelen bir adam gördük sokakta. bu alıştığımız bir manzara değildi, ama bugün pek alışılagelmiş günlerden değildi zaten.. adama şöyle seslendi leyla " tahtında gözüm yok da revan olmak isterim" taht-ı revanı taşıyanlar durdu, adamı aşağı indirdi. yüzü sıraç gibi parıl parıldı, hilal kaşlarının altından bakan gözlerinde merak ile yakınlık geziniyordu. çıkardı sırtından hırkasını verdi leyla'ya. al bu hırkayı dedi. dönüp bana açıkladı "bu teslim hırkasıdır". sonra bana parmağındaki sedef yüzüğü verdi ve dönüp leyla'ya açıkladı "bu da sedef yüzüktür. ruhunuz huzur bulsun daim."

ev

kaplumbağa var bir de. mağaranın derinliklerinde gördüğümüz güç hayvanı. sözlükte şöyle demişim kaplumbağa için : saadethanelerini sırtlarında taşımaları sebebiyle kendilerine hep saadet atfettiğim evcil hayvanların önde gideni ve hatta evcimen hayvan.. her yer ev, her yer sıla, her yer memleket ise saadet atfına mazhar oluşu yersiz değil gibi..
(pur, 19.10.2004 22:31 ~ 22:32)

saklarım gözümde güzelliğini.

özlem hanım 46 yaşında :)

daha yeni 45. yaşını kutlamıştık. zaman nasıl akıp gidiyor.. kırkaltı oldunuz demek ha..ama hala çok genç ve güzelsiniz özlem hanım..

Monday, March 12, 2007

meselem

sol tarafa doğru yatınca daha rahat ediyorum, ayrıca odaya değil de duvara bakmış oluyorum, tercihimdir. yatakta sol taraftan sağ tarafa dönmek... böyle küçük basit bir harekete dahi karar verebilmesi için insanın çözmesi gereken ne meseleler var zihninde. "yok mu?" (ülker çikolatalı gofret reklamındaki kızın ses tonuyla)

uyku kardeşim ol elini ver

bu şey gibi, ders çalışmak gerekiyorken kitap okumak gibi, en çok kitabı sınav zamanlarında okurdum. ders çalışmaktan korurdu beni kitaplar :) şimdi bu hiperaktivite uykudan korunmak için sanırım. öyle geliyor yani. uyku ne güzel bi şey korkma aslı. masalcı teyze gelmişti ya okula, uykusunu arayan çocuk masalı vardı sen çok sevmiştin, o masalı düşün, uyu.

uyu

uyumak istemiyorum. kötü bir rüya gördüm uyandım. tekrar uyumak istemiyorum. sabah işe gideceğim uyumam lazım. uyumak istemiyorum. kötü rüyalar görmek istemiyorum.

acaba nedir nedir

sevgili okur hangi kelimeyle içim kıpır kıpır olur bil bakalım

ipin ucusu:

tarlalara ve ufka
kuşların kanadına
gölgede değirmene
yazarım

homeostazi

homeostazi diye bi şey de var.. yaa yaa..

entropi

entropi diye bişey var kardeşim..

ipek

bir koza meselesi vardı di mi?
bu sabah dedim ki belki de bu benim kozamdan çıkışımdır.
çünkü onu çok severdim ben.

okurcuğum ben hala çok korkak bir insanım, bunu yazarken yeni bir kozaya girmek sonra yeni bir kazana düşmek. yanmak yanmak.. bir sürü korkular uyanıyor hemen.. fekat yazmam lazım. çok zamanım yok gibi geliyor. çıktıysam kozamdan..

Saturday, March 10, 2007

bu masal ya

bir varmış bir yokmuş, develer pireler bile bir meslek ile iştigal ederken keloğlan derler bir avare oğlan varmış.. aklı beş karış havada olduğu için anacığı bu oğlana hep kızarmış..ama öyle böyle değil aklı sahiden havalardaymış bir gün eve gelip "ana sana padişahın en güzel en küçük en akıllı kızını gelin getireceğim kabul eder misin?" demiş anası da ciddiye almamış naapsın kadıncağız.. keloğlan çıkmış saraya doğru yola padişahın en küçük kızını istemeye gitmiş, masal bu ya vermişler kızı keloğlana keleşoğlana. anası demiş oğul napacağız nasıl bakacağız bu bir prensestir, padişah kızıdır, nasıl girecek bizim ahır gibi evimize, viranemize. "olur ana olur" demiş. almış kızı götürmüş eve. ama kıza hiç yüz verdiği de yokmuş. suratsız keloğlan sen tut padişah kızını al saraydan getir, güzelim kızın yüzüne bile bakma sonra.. kızcağız ilk başta sarayı özlemiş, başını yastığa koyduğunda anasını babasını ablalarını, saraydaki sefahatı düşlemiş... sonra gel zaman git zaman kızcağızın gönlü bu nemrut oğlana akmış.. ama koca küre ısınmış da bu nemrut oğlanın gönlü ısınamamış.. hayır madem gönlün yoktu, niye doğru yoldan şaşırdın beni bile diyememiş padişahın en küçük kızı, zavallı aşık kızı.. yemeden içmeden kesilmiş... geceleri başını yastığa koyduğunda acaba kusurum ne ki neden sevmiyor beni keloğlan diye düşünmeye başlamış.. sonra yine zaman gel zaman git küçük prenses evde temizlik yaparken dolabın içinden bir bebek sesi duymuş, merak etmiş nedir bu ses diye, kapıyı bir açınca ne görsün.. büyülü bir diyar, bir cennete açılıyor bu ahşap dolap.. şaşkınlıktan ağzı açık kalmış... onun bu halini gören bebek de konuşmaya başlamış bu ya masal, demiş "çok şaşırdın değil mi? işte bu keloğlan keleşoğlan her gün bu kapıdan yanımıza gelir, sen onun kel olduğuna bakma o başın altında ne sırlar gizlidir. bazen örtüyle örterler bazen örtüsüz örterler sırları. Allah'ın işidir. keloğlan babamdır benim, burda bir sürü huri hizmetindedir, anam da bir peri kızıdır, o kadar güzel o kadar zarif o kadar latiftir ki... " küçük prenses anlamış keloğlanın onun yüzüne bile bakmayışının sırrını... sonra durmuş, bebeğe bakmış, "neden ağlıyordun peki ?" demiş.. bebek cevap vermiş "anam pazara gitti" (masal diye peri diye pazarları yok mu bunların var işte) "ben de burda yalnız kaldım, acıktım, sesimi duyar da gelir beni emzirir diye ağlıyordum ama bir türlü duymuyor sesimi.. " prenses kız merhamet ile "istersen emzireyim ben seni" demiş, kucağına almış bebeği, göğsüne yaslamış... sonra bebeğin uykuya daldığını görünce beşiğine bırakmış ve dolabın kapağını kapamış. daha bebeği kucağına aldığı anda içini kaplayan sevinç şimdi ziyadeleşmiş.. o sevinç ile şarkılar söyleye söyleye evin işlerini yapmaya koyulmuş.. dağda kuzuları otlatan keloğlana kadar ulaşmış bu sevinçli nağmeler.. bizim peri kızı pek keyifli bu gün ne güzel şarkılar söylüyor demiş.. eve erken gideyim de göreyim diye içinden geçirmiş.. kuzuları toparlamış dönüş yoluna düşmüş.. o yola düşmüş, gönlüne de prenses kızın hayali... şaşırmış bu işe.. nedir ki acaba hikmeti demiş.. merak içinde eve varmış kapıyı güzeller güzeli prenses hanım açmış.. o gül yüzüne merak içinde bakarken prensesten oğlunun kokusunu alınca anlamış işin hikmetini...
bu masalın içinde var hikmetler, üç elmalar, cennetler, ülfetler, karabetler, garabetler. seneler evvel okumuştum bir kitapta hayal meyal kalmış aklımda, ekledim çıkardım, sürç i lisan ettim affola..

Friday, March 09, 2007

bir bardak kutsanmış tavuk suyu

ağrı: başım çok ağrıyor.

kaçak: bir keresinde çok büyük bir kütüphaneye girmiştim, midem bulanmıştı. kitaplar üstüme üstüme geliyordu sanki. kaçmıştım hemen.

kumarbaz: rüyamda iskambil kartları dağıtıyordu biri, ağır abilerle oynayacaklardı oyunu, oynama onlarla dedim, ağır abiler gelmemişti ve ben nasıl olduysa kartları elime aldım, çok iyiydi elim, sonra ben asları dizerken annem geldi bir şey sordu isteksizce cevap verdim, dur anne elim çok iyi demedim hemen söyleyeyim gitsin de rüyama devam edeyim istedim sonra hadi kalk dedi, kaldı öyle rüya, güzelim el.

el: taş ve rüya. kaldı öyle.

franny: bazen franny oluyorum, ali gibi. zooey seslense diyorum mahmut gibi. ali öyle demiyordu, demezdi ama leyla derdi değil mi?

"ya benim muradım ver ya beni öldür Allah"

"her sabah bir çöl masalında uyanırdım belki de yanlış bir leyla"

zooey seslensene...

ses: ney, rebap. yay. ideal gerginlik düzeyi. direnç-kontrol-enerji.
"kim yarimi sorarsa odur birincileri"
"he's the beautifullest, fragilest, still strong dark and divine and the littleness of his movements hides himself "

hidden place.

çöl. mektep. gök.

"hani zikir meclislerinde şeyh efendi verir coşkuyu bir söz ile dervişan cuşa gelir sonra bir es verir dervişan birden yavaşlar. öyle dokunuşlar işte kalbe "

Sunday, March 04, 2007

tutuk

mektebin bacalarını söylüyorum akşamdan beri "kim yarimi sorarsa odur birincileri" diyorum ama rüyamda yeni türküden yağmurun ellerini istedim.




küçücük bir bakışın
çözer beni kolayca

az evvel ay tutuldu, bakın sizin için resimledik.

pur: ay tutuluyor

hepatrol: ay ay

pur: ya ya

ooooooooooooooooooooooooo

pur: ay tutuluyor sen bana vedat okyar diyorsun

kardanadam: burda on tane köpek birbirine girdi.
yani sokakta

pur: sen köpeğe değil göğe bak

kardanadam: tutuldu mu tamamen. tutulduysa göremem.

pur: yok hepisi tutulmadı daha

kardanadam: dur ben göge bakma durağına geçeyim o zman.

oooooooooooooooooooooo

fever: birde ayşe tutulması var bilir misin

pur: nasıl bi şey

fever: aynı ay tutulması gibi işte, kayboluyor, görünmüyor

pur: nereye kayboluyor

fever: bilmem
ayşe tutulmasının da fotoğrafını çekersen eğer
10 puan 10 puan 10 puan
bütün puanlar senin olacak

son olarak vedat okyar röportajına sinir olduğumu, dinata dinata şarkısını ve ne günlerdi o günler dostum şarkısını sevdiğimi fekat hala söyleyemediğimi ama kendime ve şarkıları gönderen pek kıymetli arkadaşlarıma can sağlığı dilediğimi, kayıp ayşelere evine dön çığlıklarıylan çığırdığımı ve de ah işte bu cümle düşük yaptı kardanadam.