Wednesday, September 29, 2010

Dilinizi değiştirin, dünyanız değişsin!

Dilini pozitifleştiriyorsun, olumsuz ifadeleri sözlüğünden çıkarıyorsun, her şey değişiyor, dert keder çıkıyor hayatından bak yeminlen. Mutluluk bir kelime kadar uzağında, dene bir bak. Bir kelimeyi çıkarıyorsun yerine yenisini koyuyorsun, huup , her şey yepisyeni oldu şimdi.

Mesela Amerika’da ayrımcılık zenci kelimesi yerine afro-amerikan kelimesinin yerleşmesiyle son buldu. Mesela biz memleketin tüm etnik kökenleri için Türk dedik, herkes Türk oldu, huzur ve barış içinde yaşıyoruz, ne mutlu. Mesela çıkardık ibne kelimesini sözlüğümüzden, hakaret diye, tüm eşcinsellerimiz bi rahat etti. Geçenlerde gördüğüm “ ĞAY FB” duvar yazısının ne anlama geldiğini bilemedim ama şimdi..

Dili değiştirince hafıza da değişiyor. Hafızamız zaten bilgisayar gibi, açıyorsun word dosyasını, yapıyorsun gereğini, bul diyorsun kelimeyi, değiştir diyorsun sonra, oh mis.

Değişimin bu kadar hızlı olması akıl almaz, inanılmaz. İnanılmaz demeyin, inanılır deyin bakın nasıl inanılır olacak.

En sevdiğim terapi ekolü işte bu yüzden sibiti (CBT) bayılıyorum bilişsel davranışçı terapiye :P

O değil de gerçekten sevmiyorum sibitiyi tam da bu nedenlerle; dili değiştirdiğimde hafızam değişmediği için, duygularım, beden duyumlarım, bedensel hafızam değişmediği için, sembolik dilim, rüyalarım değişmediği için ve bu ekol biraz fazla aceleci, kontrolcü ve biraz da kibirli olduğu için bana sevimsiz geliyor. Zaten rasyonaliteyi de sevmiyorum hiç.

Not: Bu yazıyı sizin için bir minik bilgiyle renklendirecektim ama işin aslını araştırınca çok da isabetli olmazmış gibi geldi.

Bilgimiz şu:

Thiokol şirketi büyük SRB füzelerini (SRB, Solid Rocket Boosters'leri), Utah'ta üretip, dünyanın en gelişmiş Kennedy uzay aracı fırlatma rampasına gönderirken kullandığı tren raylarının genişlik ölçüsü, iki bin küsur yıl önce, Roma atlarının kalçalarının genişliği ile belirlenmiş, nasıl mı?

ABD'deki tren raylarının genişliği 4 feet 8.5 inch'miş. Amerika'daki raylar, ilk defa, sürgündeki ingilizler tarafından yapılmış ve İngiltere'deki rayların genişliği de 4 feet 8.5 inch'mi. İngiltere'de, ilk tren raylarını yapanlar, aynı zamanda, tramvay raylarını yapan kişilermiş. Bu kişiler trenlerde de tramvay ray genişliği ölçüsünü kullanmışlar. Çünkü, ingilizler, öteden beri, at arabalarının tekerlekleri arasında bu ölçüyü kullanıyorlarmış. Tramvayları yaparken de aynı şasi genişliğini kullanmışlar. Çünkü, eski ingiliz yollarında, yol izleri bu ölçüdeymiş. Başka bir ölçüde şasi yaptıklarında, oldukça büyük zorluklarla karşılaşabilirlermiş. Çünkü, Avrupa'da ve İngiltere'de, eski yollar, Romalılar tarafından yapılmış ve Romalılar, kendi savaş arabaları için, bu ölçüyü kullanıyorlarmış. Roma imparatorluğunun ilk savaşçıları, ilk yol izlerini kendi savaş arabaları için oluşturmuşlar; sonradan gelenler, arabalarının zarar görmemesi için tekerleklerin arasındaki bu mesafeye uygun şekilde araba yapmışlar. Çünkü Romalılar, savaş arabalarının enini, önlerindeki iki atın kalçalarının arasındaki mesafeye tam eşit olacak şekilde ayarlamışlar. 4 feet, 8.5 inch’in hikayesi buymuş işte.

Yani öyle dilimi değiştim diyince değişmiyor bir şeyler şekerim, ta eski Roma senin bugünkü roket boyuna tesir ediyor işte.


Burada da bu bilginin neden gerçekçi olmadığına dair bir yazı var, gerçekçi mi bilemedim ama argümanıma destek bir örnekti, ama doğru, dürüst, ahlaklı haberci pur sizi argümanı için yanıltmak istemedi.



aslında tüneldeki Roma izine gitmeden, Anadolu İslamındaki şaman izlerine, Afrika İslamındaki raks ritüellerine, Avrupa'daki pagan sevgisine filan gidilebilir. gidin hadi!





ana bashaq el bahr

dinlemek için: ana bashaq el bahr

ana bashaq el bahr
zayak ya habebi anoon
we saat zayak magnoun
wemhager wemsafer
wesaat zayak hayran
wesaat zayak zalan
wesaat malyan belsabr
ana bashaq elbahr

ana bashaq essama
alashan zayak mesamha
mazroua nogoum wefarha
wehabeeba we'areeba
ashan zayak beeda
wesaat zayak areeba
boyoun metna'ama
ana bashaq elsama

ana bashaq eltareeq
laqeno feh loqana
wefarhena weshqana
washabna weshababna
wefeh dehket domouna
wefeh bekyet shomouna
weda feh elsadeeq
ana bashaq eltareeq

ana bashaq elbahr
webashaq elsama
webashaq eltareeq
laqenohomqaya
wenata ya habebi
enta kol elhaya

Pek de iyi olmayan Türkçesi


Denize meftunum
O da senin gibi nazik aşkım
ve bazen de senin gibi deli
ve senin gibi seyyah ve göçebe
ve bazen senin gibi şaşkın
ve senin gibi üzgün bazen
ve bazen de sabır dolu senin gibi
denize meftunum

Göğe meftunum
çünkü senin gibi müşfik
yıldızlarla ve mutlulakla parlar
ve candan ve yabancı
ve bazen senin kadar yakın
çünkü senin kadar uzak
ezgisel gözleriyle
göğe meftunum

yollara meftunum
Çünkü kavuşmamız yollarla
ve mutluluğumuz ve sefaletimiz
arkadaşlarımız ve gençliğimiz
ve kahkahası içinde gözyaşlarımız yollarda
ve içinde gözyaşlarımızla kandillerimiz
ve kaybettiğimiz arkadaşlarımız yollarda
yollara meftunum

denize meftunum
ve göğe
ve yollara
çünkü onlar hayatlar
ve sen birtanem
sen de hayatsın baştan aşağı..

Tuesday, September 28, 2010

Mitchell Heisman'ı kim öldürdü

35 yaşındaki psikoloji mezunu (yakın hissettim) Mitchell Heisman 1905 sayfalık bir intihar notu yazarak intihar etmiş 1905 sayfalık intihar notunda Tanrı'ya 1700 atıf varmış, onu saymaya kalkmadım neyse ki ama işim gücüm yoktu, Saxon kaç kere geçiyor diye saydım, yarısına gelmemiştim, beşyüzlerdeydim üşendim devam etmedim, capitalism, america kelimeleri de nerdeyse o sıklıkta geçiyor, Buddha iki kere geçiyor, İslam kelimesi de aşağı yukarı 20 kere, geçtiği cümlelerde terörizmle fanatizmle filan anılmış hep. varacağım yer şu, kurtuluş islamda :)
yok o diil tabii ki, Mitchell intihar notunda en çok kimi zikrettiyse onu o öldürdü bence : Tanrı. Allah'ın verdiği canı ancak Allah alır, yok bunu da demeyeceğim, diyeceğim şu, Mithcell'in Tanrısı zenginleşerek yaratılan bir Tanrı, bkz: "How To Create God by Getting Rich" . Velhasıl bence Mitchell'i kapitalizm öldürdü.

hiç okumadan yaptığım şu tahlil için kendimi tebrik ediyor, aydınlık günler diliyorum.

mystification

ben 6 yaşımdan beri mistiğim

bizim mahallenin bir ucunda bir kaya vardı, o zamanki ebatlarımıza göre biraz kocamandı, üstü de biraz pırıltıydı.. ben bu pırıltıyı görünce taşı "tılsımlı kaya" ilan etmiştim, mahallenin çocuklarını toplayıp taşı ziyarete götürüyordum, bir de dilek diliyorduk. sonra bir gün bir gittik ki kayanın yerinde yeller esiyor, belediye kaldırmış hiç de günahından korkmadan.
ilkokula başladığımda ise metruk bir evi eski bir kale ilan edip , bacak kadar boyumuza bakmadan beşinci sınıflarla kalenin kralı kim oyunları oynamıştık, üçüncü sınıftaykenki oyunlarımızda hep kral arthur oluyordum, neden merlin değildim bilemedim şimdi ama kılıcım büyülüydü.
sonra geldik ortaokula, sepetçioğlu'nun kilit, anahar kapı serisine başladım, babam bu kitapları tarih bilincim gelişsin diye getirmiş, ben de severek okuyorum ama en sevdiğim karakter alparslan, çağrı bey filan değil; hasan sabbah. cennet fedaileriyle yaptıkları alemleri anlatan sayfaları tekrar tekrar okumuştum.
sonra üstüne bir de çiçek çocuklarla ilgili filmler seyredince iyice büyülenmiştim, kendime bir din kurmak en büyük hayalim olmuştu:P bizim kızlarla yaptığımız muhabbetlerde günahtan korkmasak ne yaparız sorusuna verdiğim cevap buydu işte, günahından korkmasam kıyak bir din yapıp insanları kandırırdım.
gördünüz mü sevgili dostlarım ne kadar mistik bir insanım, şimdi neden adım bilimsele çıktı hiç anlam veremiyorum.

Thursday, September 16, 2010

yasal mermi


“Apocolypse Now” filmi bir askerin cinnet anı sahnesiyle başlar, zihninden savaş görüntüleri akar, bir otel odasındadır ve ait olduğu yer burası değil de savaşın ortası gibi hissetmektedir, bu odada gittikçe daha güçsüz düşmektedir. Sonra neyse ki beklediği gerçekleşir tekrar savaşın ortasına, ormana bir göreve gönderileceği haberi gelir. Albay Walter E. Kurtz'ün icabına bakma görevi. Davet edildiği odada bir masada üst düzey askerlerle yemek yerken bu görevi ve Albay Kurtz’un ses kaydını dinler.

Fakat onları öldürmeliyiz.
Onları yakmalıyız.
Domuz üstüne domuz,
inek üstüne inek...
köy üstüne köy,
ordu üstüne ordu,
ve bana katil diyorlar.
Siz ne derdiniz...
katil katili suçladığı zaman?

Bu sahnede masadaki üst düzey askerlerin rahatsızlığı görülmeye değerdir. Albay Kurtz gibi iyi bir subayın böyle bir deliliğe kapılmış olmasının verdiği mesaj deliliğin çok yakınlarında olduğudur belki.

Deliliğin, vahşetin ya da kötülüğün çok da uzağımızda olmadığını, içimizde bir yerlerde böyle bir temayülümüzün olduğunu gösteren bir araştırma olması dolayısıyla Stanford hapishane deneyi önemli bir deneydir. Deney, Stanford Üniversitesinin bodrum katının hapishaneye çevrilmesi, gazete haberi yoluyla ulaşılan ve psikolojik olarak sağlıklı bulunan 24 gönüllü deneğin seçilmesi, rastgele bir şekilde 12 ‘sinin mahkum, 12’sinin gardiyan olması yoluyla gerçekleşmişti. Deneyin gerçekçi olması için polisle de anlaşılmış ve mahkum denekler gece yarısı evlerinden alınarak önce polis merkezine götürülmüş, parmak izleri alınmış, ardından üniversite içindeki deney ortamına aktarılmıştı. Burada kıyafetlerinden soyularak duşa sokulmuş, üzerlerine bir sprey sıkılmış sonra da mahkum kıyafetleri ve ayak bileklerine de kelepçe geçirilmişti. Benzer şekilde gardiyan denekler de gardiyan kostümüyle, göz temasını engelleyen güneş gözlükleriyle ve -kullanmamak koşuluyla-coplarıyla gardiyan rolüne bürünmüşlerdi.




Deney Sonuçları

Gardiyanlara gardiyanlıkla ilgili özel bir eğitimin verilmemişti, sadece işlerinin ciddiyeti ve muhtemel tehlikelerin varlığından bahsedilmişti. Mahkumlar deneyin başlarından itibaren edilgen bir tavır sergilerken gardiyanlar giderek agresifleştiler. Gardiyanların sertleşmesi üstüne daha deneyin ikinci gününde bir hapishane isyanı gerçekleşti, gardiyan rolündeki denekler kontrolü ellerinde tutabilmek için fazla mesai yapmaya karar verdiler. Gardiyan rolündeki denekler, işkence olsun diye rutin hapishane sayımlarını sürece çok uzun tuttular ve mahkumları saatlerce şınav çekmeye zorladı, tuvalete gitmelerini yasakladılar ve mahkumları ihtiyaçlarını lazımlığa gidermek zorunda bıraktılar. Küçük hapishaneyi idrar kokusu kapladı. Çıplak elle tuvalet temizliği yaptırmak, yataklara el koyarak mahkumları betonda uyumak zorunda bırakmak da, gardiyanların başvurdukları diğer yöntemlerdendi. Deney ortamı bu kadar kısa bir zamanda gerçek bir hapishane havasına bürürünce Zimbardo dördüncü gününde deneyi sonlandırmaya karar verdi.

Zimbardo bu deney sonucunu “Lucifer etkisi” kavramıyla açıklar. “Lucifer etkisi” kavramı, Meleklerin en üstünlerinden biri olan Lucifer’in emredilen şekilde insana itaat etmemesi (islami literatürde secde etmemesi) yani Tanrı buyruğuna karşı gelmesi üzerine kovulması ve kötülüklerin kaynağı olan şeytana dönüşmesine bir göndermedir. Bir meleğin dönüşüm hikayesidir ve aynı zamanda sıradan insanların 6 günde zorbaya dönüşebilmesinin hikayesidir.
Zimbardo’nun (2005) “Lucifer etkisi”ni anlattığı makalesinde sık sık atıfta bulunulan “Lord of the Flies” filmi de bu dönüşümleri anlatır. Film, bir kaza sonucu ıssız bir adaya düşmüş olan onbeş yaşlarındaki bir grup askeri lise öğrencisinin adada geçirdiği zaman içinde iki gruba ayrılması, bir grubun git gide vahşileşmesi diğer grubun ise medenilekten vazgeçmemesi ve bu süre zarfında da vahşileşen grup tarafından tüketilmesini anlatır, bir grup masum çocuğun katillere dönüşüm hikayesidir. Son sahnesi ise bence çok çarpıcıdır. Filmde iyiyi temsil eden ve artık yalnız kalan Ralph, vahşi Jack ve arkadaşları tarafından kovalandığı ve yakalanırsa öldürüleceği o anda, uzağa doğru atlar ve gözünün önünde bir asker postalı görür, anlarız ki nihayet bulunmuşlardır. Ralph’in peşinden yüzleri savaş boyalı, elleri mızraklı bir grup çocuk çığlıklarla geldiğinde karşılarında bir asker görünce şok olurlar . Bu şok o esnada adada bir grup çocuk bulacağını düşünen askerler tarafından da paylaşılmaktadır. Jack ve arkadaşlarına, cinayetler işlettiren şey silahları, denetlemedikleri şiddet eğilimi ve şiddeti meşrulaştırmak için yaydıkları bir korku hikayesiydi. Oysa şimdi karşılarında onları durduracak bir şey vardı, bir yetişkin, silahlı bir asker, dış dünyadan bir insan, bazı şiddetleri durduran, bazılarına izin veren, bazılarını bizzat uygulayan bir görevli.


Albay E. Kurtz’ün iyi bir askerden bir vahşiye dönüşmesi Lucifer etkisiyle açıklanabilir ancak Albay E. Kurtz’ün sıradan bir insandan, Albay E. Kurtz’e dönüşmesi de başka bir dönüşüm hikayesidir aslında. 6 gün içinde Stanford üniversitesi bodrum katında gerçekleşen şey gardiyan rolündeki deneklerin zorbaya dönüşmesi, mahkum rolündeki deneklerin ise mazluma dönüşmesi olmuştur. Belki de bu yüzden içimizdeki kötülüğün açığa çıkmasını tetikleyici bir faktör olarak “görev” konusu üzerinde biraz daha düşünülmelidir.


Zimbardo (2005), A Situationist Perspective On The Psychology Of Evil. Ed. A.G. Miller, The Psychology of Good and Evil . The Guilford Press.
http://www.prisonexp.org/

Wednesday, September 15, 2010

tasarruf

Okul boykotu gündeme düşünce "çocuk" ve ebeveynlerinin onun eğitimi üzerindeki tasarrufu konusu da benim gündemime düştü. Çocuğun siyasi nedenlerle eğitimden mahrum bırakılması bir çeşit çocuk istismarı olabilir diye düşünürken yeniden çocuk istismarı kavramını ve bu vesileyle de çocuğun nasıl tariflendiğini düşündüm.

Mavi Marmara'da şehit olan Furkan'ın okul müdürüne yöneltilen eleştiri geldi aklıma, okul öğrencilerine, Furkan'ın şehit olduğunu anlattı diye küçücük çocukları ölüme teşvik etmekle suçlanmıştı bazı çevrelerde. Halbuki çok daha küçükleri ellerinde taşlarla savaşıyor, ölüyor Filistin'de. Hayatlarımız sterilleştikçe çocuklar biraz geç büyüyor belki de...Sterilleşerek siyasetten arınmıyoruz elbette, siyasetten arınmak hiç bir durumda mümkün değil. Çocuğa Filistin'deki kardeşlerini anlatmamak siyasetten temiz olmak değil başka türlü siyaset yapmak çünkü. Çocuklar Türkçe eğitimle, okullarda okutulan derslerde, belirli günlerde, haftalarda zaten hep siyasete dahil oluyorlar.

Siyasete dahil olarak istismar ediliyorlar mı peki? Siyasete dahil edilmemek durumu hayata dahil edilmemek olacağı için siyasete dahil edilmeyi istismar olarak göremiyorum. Bebek doğar, kayda geçer, kimliği çıkar ve nur topu gibi siyasi bir bebeğiniz vardır artık. Bebek doğar da kayda geçmezse kayıtlıdan daha siyasi bir bebeğiniz vardır, gözünüz aydın. Bebek doğar, doğumunda kendi tasarrufu yoktur, büyüyünce belki sorar ana babasına "bana mı sordunuz doğururken" diye.. Çocuk konuşur, konuştuğu dili seçme tasarrufu yoktur, annesini babasını seçemez, dinini kültürünü seçemez, ne çıkarsa bahtına yani... Zaten çocuğun tasarrufunda değil yani olan biten. Çocuğun okula gönderilmesi de ötenazi gibi, kürtaj gibi tasarrufla ilgili ve bu sebeple de etik ve siyasi bir konu. Benim henüz cevabım yok.

referandum sonrası

Aziz nesin'in % 40'lık diliminden, zekalarını gözüme gözüme sokmalarından sıkıldım. Beni rahatzsız eden birilerinin başkasını aptal ilan edecek haddi kendisinde görmesi değil, beni rahatsız eden "aptal"lığın kötü birşey gibi sunulması. Aptallık korkunçlaştıkça akıl güçleniyor, beni asıl rahatsız eden bu.

Peki aklı iyi bir şey yapan ne?

Akıl kelimesi arapça, akletmek fiilinden geliyor. akletmek bağlamak demek, akil uygun bağları kurabilen kişi oluyor bu durumda.

Zekanın ise psikoloji kitaplarındaki tarifi içler acısı, "zeka testlerinin ölçtüğü şeye zeka diyoruz" gibi birşey. Bir de Darwin'in bir zeka tarifi var, "Zeka uyum sağlayabilme becerisidir" diyor. Darwin'e kalsa bu % 60 zeki, % 40 aptal olacak nerdeyse..

Zeka tarifi biraz kaypak diye akıl üzerinden devam edecek olursak, olaylar arasındaki uygun bağları kurabilme gücü denen şey bir dili konuşabilme becerisine benziyor aslında. Bir dil içinde bir kelime "birşey"i tarif eder, onunla ilintilidir, kelimenin ilintili olduğu başka kelimeler de vardır, o dili öğrenirken kazandığın türden bir bilgidir bu. Yani akıllı olmak öğrenilen birşeydir. Bir çerçeve içinde mahirce hareket etmek, çerçevenin sınırlarını aşmamak, taşmamak akıllı olmanın gerekleridir. Dışına çıktığın vakit akıllı olmaktan da çıkarsın.

Şimdi hal böyleyken akıllı olmak neden iyi birşey? Aptal olmak neden korkunç?

Mutfakta neler var?
aklın sistemden çıkması
sözü güvence altına alma
the fool on the hill

Wednesday, September 08, 2010

ve ancak senden yardım dileriz

O'ndan başkasından yardım dilememek başkasından yardım dilemekten daha kolay diil mi?

Friday, September 03, 2010

Thursday, September 02, 2010

çok bölüm ezel,

bir kaç dize oruç aruoba*

ve bazı yeni keşifler.




*
Kendi olarak, sana gelen
sana gereksinimi olmadan, seni isteyen
sensiz de olabilecekken, senin ile olmayı seçen
kendi olmasını, seninle olmaya bağlayan
O, işte...