Wednesday, April 29, 2009

anlatmak

hikaye şöyle
bir öğrenci değişim programı vardır, erasmus gibi ama gezegenler arası, bir misafir gelmiştir dünyamıza, küçük prens gibi. dünyamızın müdürü odasına çağırır hanım kızımızı ve tanıştırır "misafirimizdir kızım iyi ilgilenesin, büyüğü küçüğü de olmaz hem, prens prenstir, unutmayasın"
odadan çıkarlar beraber, prensin eline kalın bir kitap tutuşturur esas kız, kapağında "introduction to world" yazar, gibi. talihsiz prens dünyayı bu ufku dar alnı geniş kızdan tanıyacaktır ve elinde tuttuğu kitabın sayfalarını çevirirken alnı geniş kız birşey demeden uzaklaşır. kitapta anlatılan dünya kızın dünyasından ibarettir. köyün en son çitiyle dünyanın bittiğine inanmasın mı kızımız ünzile gibi, niagara şelalesinden bahsedilince "su gördüm ya, o da bir suya hepsi de bu ya" diyen selma gibi. merak içinde açıyor prens kitabı, içinde maddeler var, bu bir ansiklopedi, hikmetler sözlüğü gibi. okuyor iştahla su içer gibi.

prensimiz dünyadaki günlerini bu alnı geniş, ufku dar hanım kızımızdan hikayeler dinleyerek geçiriyor, dünya nasıl bir yerdir, dünyalılar nasıl şeylerdir, herşeyi, tüm bildiğini bir bir anlatıyor kızımız prense, karanlıktaki fil tarifçileri gibi. bazen de biraz uyduruyor tabii, sağlaması da yok ki,
kafiye olsun tarihçileri gibi.

böyle ziyaretçiler her gün gelmiyor dünyamıza ve anlatmak ihtiyacı duyan canlılarız biz niye acaba. anlatarak anlıyoruz bazen ve de şahit tutma ihtiyacı duyuyoruz çoğu zaman, geçilsin kayda, kaybolmasın boşlukta, saklansın bir sandıkta ya da yayılsın kulaktan kulağa. kurumasın ki huyumuz, böyleyiz, hiç olmazsa bir kuyu bulur söyleriz.

benim payıma düşense, bir süredir bolca şehadet. dinliyorum, işliyorum, ilişkilendiriyorum, örüyor, örgülüyorum ve bunların hepsi zihinsel, soyut bir iş oluyor. yazmak bu zihinsel yapıya harç olacak. yazmazsam ev üç küçük domuzlardan birinin ya da ikisinin evi gibi dağılacak.

gelmiyor dünyamıza böyle ziyaretçiler pek, gelmeyen misafirlerimiz yüzünden anlatılmayan bir sürü hikayem var, binbir surat hikayeler, her gün de değişen. gelirse bir gün bir prens dünyamıza, çağırırsa müdür beni odasına, anlatmaya başlarsam hikayelerimi her gün de yeni yeni, prens de derse ki "ama dün bu hikaye böyle değildi", derim ki "bizim gezegende hikayeler her an değişir, beş dakkada değişir bütün işler", bakarsa yüzüme şüpheli şüpheli sen küçüksün anlamazsın der, nanik yaparım. belki de benim nanik yapacağımı bildiği için müdür misafirler gelince beni çağırmıyor.

belki de sevgili okur, bir küçük prens gelse susar kalırdım. bir keresinde sena ile beni bir hocamız dersten çıkarmıştı, çıkın dışarda konuşun, bitince gelin diye. dışarda birbirimizin yüzüne anlamsız anlamsız bakıp susmuştuk, ne konuşacaktık ki kapı önünde. sonra içeri girince yine bir sürü tilkiler gelmişti. şarap bulununca testi bulunmaz, testi bulununca şarap bulunmaz sözü gibi. aklıma şarap, tilki, küçük prensli güzel bir hikaye geldi ama gözüme de uyku geldi.

uykudan evvel tavsiyesi "eğer bir yerde bir ağacın yıkıldığını duyarsan nasıl olduğunu değil, kimin anlattığını sor" demiş ya hint atasözü, sen kime anlattığını da sor en iyisi, ne zaman anlattığını da.

başka ne sorsan ki?

Tuesday, April 28, 2009

çok uzun susmak istiyorum ve hiç susmayacak gibi çok konuşmak istiyorum
tüm manalar bir kanın damardan akışı gibi aksın mesela ve bu manalar çok latif, çok başka olsun.
ve benim latif mana diyince dolan gözlerim bugünlük şükrüme kafi olsun.
ama ayıptır, herkesin ortasında göz dolmaz. o yüzden bu yazı susulsun.
çok uzun susmalara karışsın ve hiç susmayacakmışsın gibi susulsun masın.
öyle çok anlatasım var ki, öyle çok.
hani göz yaşının hiç engele takılmadan akışı vardır ya, az evel akan latif manayı düşünürken o ılıklığı hissettim, hayal ettim. öyle gözyaşı gibi anlatasım var, temiz ve engelsiz ve ılık.
aklıma duası geldi celaleddin'in. aklıma duası geldi pervane'nin, duası semender'in.
çok.