Thursday, September 29, 2011

bu hafta

Ben bu hafta Beyoglu’nu cok sevdim. Salt'a istanbullasmak sergisi gezmeye cikip, becomingistanbul.org adresinden izleyemedigim belgeselleri izledigim gun biraz hava almak uzere disari ciktigimda caddenin hemen karsisinda Tuba, Mahmut ve Ali uclusunu gordum, Ali ustunde meşhur mavi yagmurluyla, elinde dondurmasiyla pek tatliydi yine. Onlar da Yalcin Tosun soylesisine gelmisler, hadi gel dediler, beraber soylesiye gectik. Soylesi esnasinda Ali'cigimle beraber geleneksel Turk motiflerinin oldugu boyama kitabinda boyama yaptik. Soylesi bittiginde yagmur baslamisti, cikista Ali bize sari bir semsiye almamizi tavsiye etti yoldan, tavsiyesini dinledik biz de. Ciktik caddenin karsisinda Muharrem'i gorduk, belki sene olmustur gormeyeli, biraz ayakustu sohbet ettik. Boyle iki adimda es dost tanidik gormek cok hosuma gitti dogrusu.

Beyoglu'nu sevdim bu hafta, Alman konsoloslugunun Beyoglu'nda olmasina ragmen hem de. Bu kismi anlatmayayim, yazinin esenligi filan.. Ama konsolosluktan cikinca sikkin, yorgun, dedim biraz gezineyim kendime geleyim, arayip tez icin yapacagim gorusmeyi iptal ettim. Evvela aga camiine gittim, bir misirli teyzeyle, bir de iranli aileyle tanistim. Ciktim ordan, sabahtan beri kosturuyordum, ama anlatmayacagim dedigim gibi yazinin selameti... Neyse kosturmusum, acikmisim, yemek yiyeyim en iyisi dedim, yolda "suc ve ceza" film festivali programini gordum, biraz durdum, girsem diye dusundum, vazgectim, aklimdaki yer baskaydi. Arter'in onunden gecerken dur bi karnimi doyurayim, ac ac sergi dolanmayayim dedim, biraz ilerde salad station'a girdim, 104 numarali asian salatadan soyledim, tatli eksiyi seviyorum cok. Oh karnim doydu, keyfim biraz daha yerine geldi, sabahki hezimetin izleri silindi, anlatmayacagim dedim ya, yazinin esenligi (yazarken derin bir nefes aldim bu arada) neyse sonra gectim arter'e kutlug ataman sergisine, danismadan serginin ucretsiz gezilebildigini, sergideki eserlerden bazilarinin dvdsinin ve sergi kitabinin satildigini ogrendim. En cok aya seyahat filmini gormek istiyordum, aklimda o oldugu halde sergiyi gezdim ve sonunda aya seyahatin gosterildigi odaya vardim. Aya seyahat icin ayri bir yazi yazmayi planliyorum, cikista aldigim dvdsini bir kere daha izleyeyim evvela. Ama herkeslere tavsiye ederim, 16 kasima kadar suren bu sergideki aya seyahat filmini gelin gorun.

Filmden ciktim ve tunele dogru yururken belgesel film festivali afisini gordum, gozume gezilebilecek baska sergiler de carpti. Dedim bir insan bu sergileri, etkinlikleri takip ederek baska mesgalesiz nesiz pekala yasayabilir . Hayallerimden biri bu zaten, yaklasin kulaginiza soyleyeyim; soyle cok uzun bir zaman degil 2-3 ay galata'da bir evim olsun, rahatca gezip harcayabilecegim param, bir de en muhimi tumuyle kendi tasarrufumda olan bir zaman, biraz takilayim oyle. Leyla'ya soyledim bu hayali "anaaa ergen" dedi, sonra "napacaksin calismadan insan calismamayi yaslaninca ister" dedi , henuz is hayatina atilmamis oldugundan boyle sozler soyledi iste, ben de hevesini kacirmadim cocugun, demedim insan calismamayi calismaya ilk basladigi gunden itibaren ister diye. Velhasil bu hayalimi bi turlu yasima yakistiramadi ama ben bana yakistiriyorum en cok da bu yasima.

Neyse yazimiz bu hafta neler gordum yazisi idi, bu hafta 'bir zamanlar anadolu'da' fimini de gordum. Boyle sanat sepet seylerden bahsettim ama bakin bu benim seyrettigim ilk NBC filmi, entel dantel muhabbetler yaptigima bakmayin yani. Dantel muhabbetleri daha cok seviyorum. Film diyordum,guzeldi, diyaloglar ve oyunculuk cok sahiciydi ve tabii yine (-ilk filmi bu seyrettigin asli, ne yinesi?
- tamam be, trailer filan da mi izlemedik) gorselligi guclu idi. Diger filmlerinde olmayan bi mizah da vardi. Diger filmlerinde mizah olmadigini da biliyorum, boyle iste.

Bu arada sarjim bitmek uzere, bunu size tilifonumdan yaziyorum. Cunku kac gundur gezmekten ve baska ivir zivirdan (odamin seklini degistirdim, cogzel oldu) yazmaya firsat bulamadim ben de kendi kendime dedim ki, bir bucuk saat trafiginde mi yok asli, yazsana, su anda bulgurlu'dan baslayan kopru trafiginden yaziyorum, idealtepeden beri yol boyunca yazmisim. Sarjim bitmeden anlatmak istedigim bir beyoglu sanat etkinligi daha var, terminalde istanbulimpronun ve psikoloji istanbul'un ortak calismasiyla sahnelenen 'bir zamanlar' oyunu. tolga'nin hayal gucunu ve persona kartlarini kattigi bu oyun dun ilk defa sahne aldi. Iki haftada bir carsambalari da oynanmaya devam edecek, gidin gorun, katilin derim. Ben tekrar tekrar gitmek istiyorum. "Ayni oyuna niye tekrar tekrar?" dediginizi duyar gibiyim :P efenim bu oyun spontan tiyatro ile sanat terapisi harmani bir oyun. Seyircilerin oyuna katilimiyla her seferinde o anda uretiliyor, dun aksam izlerken oyuncularin dehasina duydugum hayranlik da tam da oyunun bu ozelliginden geliyor. Oyuncular oracikta ne hikayeler yazdilar, oynadilar, muhtesemdi! Hele bir ara erkek oyuncunun anneyi oynadigi sahne vardi ki karsimdaki sakalli biyikli adamin erkek oldugunu unuttum diyebilirim. Neyse gidin gorun, gidelim gorelim, uretelim. Ne ala.


Millet parkina geldik anca.

Sunday, September 25, 2011

çok yerleri var dünyanın gidilmemiş

Sanırım bir çeşit mesleki deformansyon bu, herşeyi merak etmem, bana yabancı tüm hayatları. Makul sebeplerim de var ama. Az evvel yeniden fark ettim, karşı kaldırımda yürüyen eski danışanımı görünce. 4 sene önce geliyordu seanslara, anlattıkları ilginç geliyordu hep , bu ilginçliklerle kodlamışım zihnime. Anlattıkları ilginç gelsin tabii insanların, ilgim uyanık olur. Ama yabancı da gelmesin istiyorum sanırım, bu bana bir çeşit mesleki toyluk gibi geliyor. Tabii yabancılık ve yakınlık ortak tecrübe ile değil de duygudaşlıkla alakalı biraz. Fekat ne var ki ben de böyle öğreniyorum işte, minyatür tecrübelerle, ya da yakınlarımın tecrübelerine yakından şehadetle. Tabii şunu da hatırlatıyorum kendime, her tecrübe kendince, her tecrübe özgün. Yani ben bunu biliyorum duygusu da bir çeşit körlük yaratıyor. Aklıma “ i’ve seen it all” şarkısını söyleyen selma’nın körlüğü geliyor, mırıldanarak yürümeye devam ediyorum.

Tuesday, September 20, 2011

psikoloji ifriti

Ne olursa olsun, Aziz Gregorius kahramanca edimini gözümüzün önünde gerçekleştirir, her zaman zırhlıdır ve hiçbir yeri görünmez: Psikoloji eylem adamlarına göre olmasa gerek. Aslında, bütün psikolojik ağırlık öfkeli kıvranmalarıyla ejderhanın üzerindedir: Düşmanda, yenilende, canavarda kahramanın aklından bile geçiremeyeceği (ya da sergilemekten kaçındığı) dokunaklı bir hal vardır. Bunun bir adım ötesi, ejderhanın psikoloji olduğunu söylemektir: Hatta ruhtur ejderha, Aziz Gregorius’un yüzleştiği kendi içindeki karanlıktır, bir çok genç kızın ve delikanlının canına kıymış bir düşmandır, tiksindirici bir yabancılık nesnesi haline gelen bir iç düşmandır. Bu, dünyaya yansıyan bir gücün öyküsü müdür, yoksa içedönüklüğün güncesi mi?

Kesişen Yazgılar Şatosu, Italo Calvino

Resim: Saint George and the Dragon, Paulo Uccello

“daha o zamanlar psikoloji ifriti ona musallat olmuştu. bu yüzden kendine ait her şeyi, üzerinde durduğu ve derinleştirdiği için çok ciddiye alıyor, etrafındakileri ise en zalim dikkatlerle delik deşik ediyordu.”

Ahmet Hamdi Tanpınar, Sahnenin Dışındakiler

Friday, September 16, 2011

fuad

"kalb öncesi zamanlar vardı...

sonra mucize gerçekleşti, kalbin oluşum süreci tamamlandı. emir geldi ve kalb atmaya başladı... o ilk darbe anı ve hareketin başladığı hayat noktası "fuad" ile sarsılır cisim... gücü vardır, sesi vardır.ritmi vardır...

kalb, hayata hevesle tüm gerçekliği ile başlar... hızlanmalar, yavaşlamalar, heyecanlar, korkular, aşklar, mutluluklar, keskin şoklar, gider bozuklukları, yetmezlikler, hastalıklar, durma ve yeniden başlamalar...

derken cisme gelen sinyal ve durma anı... "fuad".

en küçük sonsuzluktan, en büyük sonsuzluğa, yokluktan varlığa kainatı başlatır, "fuad"... orada artık ne son ne de ilk olmak tariflenemez. mutlak varlık yegane gerçektir...

kalb öncesi, kalb anı, kalb sonrası sorularını kendime sormaktayım...

kalbin kırıldığı an vardır ki, o hayat noktasında "fuad" 'dan kırılır. kalbin en mutlu olduğu an "fuad" dır.

"fuad" ile görür, duyar, dokunur, tadar, koklar, sever, gariplikleri sezer, hissederiz... ve "fuad" ile düşünürüz. yeteneklerimiz ve hatta hiç bir zaman keşfedemeyeceklerimiz "fuad"...

mantık kalbimizde şekillenir ve nasibimiz ölçüsünde acımasız ya da sevdi dolu olabilir.

bu müzikler, insan ve insan dışında bilinene, bilinmeyen ve hiç bir zaman bilinemeyecek olan ya da ileride keşfedilecek canlı, cansız her nesnenin özündeki eksiklikleri tamamlamada karşılıksız hizmetkar olan "fuad" özlemi ile insanlık hayaline armağandır."

erkan oğur

imaj her bi şeydir

Filmlerde,


adamlar öfkeyle birbirlerine dalar, ağız burun bırakmayıp kan revan içinde kalır sonra da hiç bir şey olmamış gibi can ciğer kuzu sarması olur ya, bu sahneleri severim.

Büyücüleri, cadıları, ejderhaları, sahte peygamberleri, garip ayinleri, şövalyeleri, kovboyları, mafya babalarını, Barney Stinson'ı severim.

Gerçek hayatta sevmeyeceğimden emin olduğum bu şeylerin hepsini, daha doğrusu hepsinin imgesini severim.

Ne fena değil mi?

Saturday, September 10, 2011

O brave new world, That has such people in't!

Yavaşça konuşarak, "Hiç, içinde dışarı çıkmak için bir şans verilmesini bekleyen bir şey varmış gibi hissettin mi kendini?" diye sordu, "Kullanmadığın ek bir güç gibi, hani türbinlerden geçmek yerine şelaleden çağlayan su misali?"

.............

"Yine de," diyen Vahşi, ısrarını sürdürdü, "tek başınayken Tanrı'ya inanmak doğaldır-yalnız başına, gecenin bir yarısında, ölümü düşünerek..."

"Fakat şimdilerde insanlar hiç yalnız kalmıyorlar" dedi Mustafa Mond. "İnsanların yalnızlıktan nefret etmelerini sağlıyoruz ve yaşamlarını hiç yalnız kalmayacak şekilde düzenliyoruz."

..............


"Ama ben yan etkileri severim."

"Biz sevmeyiz," dedi Denetçi. "Biz her şeyi keyifli yapmayı yeğleriz."

"Ben keyif aramıyorum. Tanrı'yı istiyorum, şiir istiyorum, gerçek tehlike istiyorum, özgürlük istiyorum, iyilik istiyorum. Günah istiyorum."

"Aslında." dedi Mustafa Mond, "Siz mutsuz olma hakkını istiyorsunuz."

"Öyle olsun," dedi Vahşi meydan okurcasına, "mutsuz olma hakkını istiyorum."

"Eklemek gerekirse, ihtiyarlama, çirkinleşme ve iktidarsız kalma hakkını da istiyorsunuz; frengi ve kansere yakalanma haklarını, açlıktan nefesi kokma hakkını, sefil olma hakkını, sürekli yarın ne olacak korkusu içinde yaşama hakkın, tiyoya yakalanma hakkını ve her türden ağza alınmaz acıyla işkence çekerek yaşama hakkını da istiyorsunuz."



Bu akşam kitabı bitirince Aldous Huxley amcaya telefon etme isteği duydum, kulakları çınladı Holden'ın. Fekat bizler tahtalı köye telefon edemiyoruz şimdilik. Neyse ki Huxley amca da gitti oralara da bugünleri görmedi, telefon etmeyelim ne çıkar. Ama yaşasaydı telefon etmek yerine mail yazardım belki, acaba feysbuk hesabı olur muydu? Aslı pur bunu beğendi derdim mesela.
O diil de Mustafa Kemal yaşasaydı Akpartiye oy verir miydi? ya Mustafa Mond? O da diil de Aldous Huxley@tahtalikoy. İyi ki de bugünleri göremedi dedim diye içinde yaşadığım zamanı sevmiyormuşum gibi olmasın, seviyorum çok fena.

1984 vs Brave New World


edit: Huxley iyi ki görmemiş bugünleri dedim ama 'cesur yeni dünya' amcanın distopyası değilmiş sadece ütopyasıymış da biraz, ne işler dönmüş yav..

Monday, September 05, 2011

evden işe işten eve ülkesi

Güney İngiltere’de Portsmouth-Waterloo demiryolu hattında bir köydür. Evden işe-işten eve yaşayan birinin özlediği herşey bu köyde bulunabilir. Köy, İngiliz bilgin Merlin’in uzak torunlarından biri tarafından, özellikle pazartesi sabahları böyle yaşamaktan bıkmış olanlar için kurulmuştur. Gözleri çökmüş, ince çizgili takım elbiseli insanlar trenin ikinci ya da birinci sınıf vagonlarının pencerelerinden bakıp dururlar. Birden manzara açılır, şaşırtıcı bir hal alır. Tren, ağır çekimdeymiş gibi, sarsıntıyla değil de sessizce durur. Kapılar sessizce açılır ve havayı üçüncü sınıf romantik pazar ikindisi filmlerini hatırlatan yumuşak bir müzik doldurur. Evden-işe yaşayanların her biri, trenden çıktığında gizli arzusunu bulacaktır. Bu arzu yumuşak geniş dalgalı, beyaz kumlu bir plaj olabilir. Şömine önünde rahat bir koltuk, bir bardak iyi viski, kocaman sarı bir köpek ve sayfaları tükenmeyen yeni bir Agatha Christie romanı da olabilir. Dünya Kupası Finali’nde en iyi yer de olabilir tabii.



Elspeth Ann Macey, “Awayday”, Absent Friends and Other Stories, Londra, 1995 ( Aktaran: Alberto Manguel, Gianni Guadalupi, Hayali Yerler Sözlüğü)



Absent Friends : http://fizy.com/tr#s/1lvgmd



Absent Minded Friends: http://fizy.com/tr#s/154n19

Friday, September 02, 2011

yumurta

Alvy Singer: Adamın biri , bir doktora gider ve "Doktor, kardeşim fıttırdı. Kendini tavuk sanıyor." der.
Doktor da:"Getirseydiniz ya, tedavi ederdim." der.
Adam da şöyle der:"Evet ama doktor, yumurtaları çok işime yarıyor."
Galiba ben de insan ilişkilerinde|aynı şeyi hissediyorum.
Akıldışı, mantıksız, hatta saçma olduklarını bilseniz de...sürdürmeye çalışıyorsunuz.
Çünkü hepimizin yumurtalara ihtiyacı var.

Annie Hall

Thursday, September 01, 2011

benim ailem ve bayram şekerleri


Bayramda kuzenimin çocukları misafirim oldu. Günün sonunda teşrif ettikleri için bende tükenen enerjiden ötürü onları hareketli oyunlarla değil de sakin sakin oyalamam gerekti. Kütüphaneden 'Benim Ailem' kitabını çıkardım, onlarla beraber resimlerine bakıp biraz da anlatılanı özet geçtim sayfalar boyunca. Kitap dünya çocuklarının ailelerini ve bu arada kültürlerini anlattıkları bir kitap, her sayfada çocukların aileleriyle çekilmiş bir fotoğraf var. Çocuklar sayfalarda gezinirken Birmanya'lıların boyunlarındaki halkalara, İran'lı çocukların çarşaflarına (İstanbul'da yaşamalarına rağmen), Afgan ailenin kalabalıklığına, Tanzanya'lı babannenin saçsız başına, Etiyopya'lıların karalığına şaşırdılar. Brezilya'lı babanın mayosunu gördüklerinde ise suratlarına pis bir gülüş kondu, geçti.

Bu kitap faslının sonunda biraz içeri geçip geri geldiğimde kapıdan oynadıkları oyunu duydum, biraz daha parlak olan 7 yaşındaki d, elindeki oyuncak fotoğraf makinesini 10 yaşındaki D 'ye gösterip "ben şimdi dünyayı geziyomuşum" diyordu. Sevindim vallahi, kısa günün kârı dedim.

bir çiçeğin bedenine yürümek


“Yeni doğmuş bir çocuğun dişleri yoktur.” – ” Bir kazın dişleri yoktur.” – ” Bir gülün dişleri yoktur.” – Bu sonuncusu herhalde- diyebilir insan- açıkça doğrudur ! Hatta o bir kazın hiç dişi olmamasından daha kesindir. – Ve yine de hiç böyle açık değildir. Zira bir gülün dişleri nerede olmalıydı? Kazın çenesinde hiç yok. Ve şüphesiz ne de kanatlarında var; ama hiç kimse, o söylediğinde onun hiç dişi olmadığını kastetmez. Birisi neden şöyle demesin: Bu inek yemini çiğniyor ve sonra onunla bu gülü gübreliyor, öyleyse bu gülün bir hayvanın ağzında dişleri var. Bu saçma olmaz çünkü insan bir gülde dişlerin nerede aranacağına ilişkin peşinen bir kavrayışa sahip değil.”

Felsefi soruşturmalar, Ludwig Wittgenstein

“Korkma, sadece toprağa gideceksin. Sonra toprak olacaksın. Sonra sularla birlikte bir çiçeğin bedenine yürüyeceksin. Oradan özüne ulaşacaksın. Çiçeğin özüne bir arı konacak. Belki… belki o arı ben olacağım.”

Eşkıya