Thursday, December 10, 2015

sürdürülebilir blog



Sürdürülebilirlik ve Anadolu Kadını:


Geçtiğimiz günlerde "almadim" diye bir blog adresi gördüm, bir yıldır keyfi herhangi bir şey almayan bir kadının almama "macerası"nı anlatan blogu okuyunca çok özendim, biraz heyecanlandım ve yazıyı sevdiğim bir grup ile paylaştım. Paylaştım ve gördüm ki, zaten grup içindeki pek çok kişi böyle yaşıyor, bir yıldır değil, daha uzun zamandır, keyfi herhangi bir şey almıyor, bu onlar için bir macera da değil üstelik, bir hayat biçimi, çünkü iyi müslümanlar. İsraf etmek, gereksiz harcamak iyi bir müslümana yakışmaz çünkü. 


Bense maalesef durmam gereken yerlerden zihnen uzak düşmüşüm, "sürdürülebilirlik" kavramı "israf" kavramından daha çok çağrışımlı bir hale gelmiş benim için. 



Amerika'nın Yeniden Keşfi ve Sürdürülebilirlik:
Geçtiğimiz günlerde eşimin memleketi Maraş'taydım, salçasını, yoğurdunu, turşusunu, sucuğunu evde yapan hanımlar görünce bunu Amerika'lı arkadaşlarıma anlattığımı düşündüm, onların zihninde canlanacak kadın tipi bayaa hippi bir tip olacaktı muhtemelen, halbuki bildiğin kadınanamlar. 





aldığımızdan daha fazlasını verebilmeyle ilgili bir duam olmuştu geçtiğimiz günlerde, şimdi düşünüyorum da aldığımızın birazını verebilsek bile harika olur. mesela aldığmız oksijeni ağaç dikerek versek, öğrendiğimiz bilgiyi işlesek ve yeniden geri versek, sevgiyi, selamı yaysak, yemek yapsak, dikiş diksek, sadaka versek, huzur versek. 






Saturday, September 19, 2015

anahtarın yeri

Komşuları bir gün Nasreddin hocayı sokakta, lambanın altında harıl harıl bir şey ararken görürler. hemen yanına gidip sorarlar, hoca hoca ne ararsın? hoca durur mu yapıştırır hemen cevabı anahtarımı arıyorum. anahtarını nerde düşürdün diye sorduklarında, kapıda yanıtını veren hocaya komşuları şaşırır ve peki ama neden burada arıyorsun diye sorarlar, hoca durur mu yapıştırır hemen cevabı,
burası aydınlık da ondan burada arıyorum.

Kaybettiği şeyi yanlış yerde arayana insan denir, nisyandan gelir kelime kökü. kaybettiği şeyi nerede kaybettiğini de unutandır insan, arar durur en kolayına gelen yerde.

"Verily in the remembrance of Allah do hearts find rest"
"Kalpler ancak Allah'ın zikriyle mutmain olur"
28-13.

o hiç doymayan halimiz bundandır işte, anahtarı kolayımıza gelen yerde aramamızdan.

Tuesday, July 28, 2015

kendiliğinden görünenler müstesna


korku insanı felç ediyor

ekim ayında  kardeşimin düğünü için istanbul'a gittiğimde hatice mina daha iki aylıktı, annemin münasebetsiz misafirleri sürekli, ağır kaldırdığı için bebek düşüren anne hikayeleri anlatıyorlardı.
kaybetmekten çok korktum. o ziyaretimde arkadaşlarım, akrabalar mina için elbiseler hediye etmişlerdi- cinsiyeti henüz belli olmadığı için unisex bebek giysileriydi çoğunlukla- new york'a dönüş için bavulumu hazırlarken "yerim yok anneciğim sen gelirken getirirsin bebeğin (o zamanlar bir kimliği yok, bebek sadece, the bebek) kıyafetlerini" dedim. esas mesele ise yer değildi aslında, olur da kaybedersem yanımda elbiseleri olmasın, elbiseler fazla gerçek kılıyor herşeyi diye. sonra geri döndüm ve niyeyse kendiliğinden orada olan o sevgiyi, sevgisini içimde hissedemediğimi fark ettim. korku insanı felç ediyor. bir şekilde kaybetme korkumla yüzleştiğimde kalbim yeniden sevgisiyle sıcacık oldu sonra.


anneliğin anlatılacak bir sürü şeyi var, bir sürü şeyler.  dipteki duygularını fark edip dile getirmeyi çok seven ben, anneliğimi de anlatırdım muhakkak. ama kaderin cilvesi bu ya, anne olmayı çok isteyip henüz olmamış bir danışanım oldu o sırada, hamile terapistine çok şeyler öğretti bu danışan. facebookta instagramda delicesine paylaştığımız o bebek fotoğrafları bir yerlerde o esnada o nimetten mahrum birinin canını çok yakabilirmiş. iç görüsü yüksek bir insan olarak şunun da farkındaydı, kendisinin de dünyayı gezerken paylaştığı birbirinden eğlenceli fotoğraflar, yine bir yerlerde birilerinin canını yakabilirdi. bu böyle bitmeyen bir döngüydü aslında, birilerinde hep diğerlerinde olmayan nimetlerden oluyor ve onda da başka bazı nimetler eksik oluyordu. o zaman insan nasıl anlatsın, nasıl paylaşsın, hep bir şeyleri diğerinden "fazla", diğerinden farklı olabilirken. korku beni yine felç etmişti, birilerini incitme korkusu, nazar çekme ve bu nazardan dolayı elimdekini kaybetme korkusuyla. bir kere dayanamayıp baby shower fotoğraflarımı paylaştım, sevgili molly inanılmaz güzel süslemelerle çok güzel bir organizasyon yapmış ve beni çok mutlu etmişti, paylaştığımın haftasında büyük bir trafik kazası atlatınca hoop hemen o fotoğrafları sildim. belki de hiiç alakası yoktu nazarla.

neyse, paylaşmayla, anlatmayla ilgili şöyle bir yere vardım. paylaşma niyeti ile olan herşeyi gönlünce paylaşabilirsin, gösterme niyetiyle olan herşeyi ise kendine, yakın çevrene sakla. örtünme emrindeki gibi kendiliğinden görülenler müstesna ziynetlerini sakın. kendiliğinden görünenler kendiliğinden görünüyordur zaten :)

gül gibi ol yani,

güle dair bir neden yok,
gül açar, çünkü açar,
ne gözetir kendini,
ne görülmek arzular.

angelius silesius

Thursday, March 19, 2015

masal saati


bu günlerde çok hikayeler masallar var dedim ya, 
judith liberman'ın masal bu ya programı bugünlerde beni besleyen çok tatlı bir kaynak, buyrun siz de dinleyin, afiyetler olsun :) 


aşkı anlatmak


temel bir gün uçağa binmiş, amerikadan türkiyeye geliyor, bir de ne görsün, yanındaki koltukta adriana lima. böyle bir heyecanlar bilmem neler.. sonra heyecanın çok daha büyüğü ve korkuncu gelmiş başlarına. uçak düşmüş.. bir adaya çıkmışlar, adriana ile beraber. ıssız bir adada survive etmleri gerekmiş zavallıların. bu arada tabii muhabbetler, muhabbetler filan..  fekat ilk günler çok mutluyken temel, bir zaman sonra huzursuzlanmaya başlamış. adriana demiş ki, nen var temel, neyin eksik, ne istiyorsan söyle yapayım. temel adrianaya sahiden yapar mısın demiş ve elindeki kömürle güzelim kadına bir bıyık çizmiş, çok uğraşmamış zaten bıyıklı kadın diye :P neyse erkek kılığına sokmuş ve konuşmaya başlamış, " ula dursun biliy misun ben aylardır kimle beraberum"

bu fıkrayı bülent somay'ın bir kitabında okumuştum, azcık değiştirdim tam hatırlamadığım için. ama temel mantık şu, aşk üçüncü bir kişiyi, bir şahidi ister.

aslında sadece aşk değil, herşey anlatılmak ister. hapishanelerdeki mahkumlar hikayelerini duvarlara kazırlarmış, çıkamama ihtimaline karşı, hikayeleri kaybolup gitmesin diye.

hani into the wild ile ilgili de beni düşündüren şey buydu ya,  alexander supertramp'ın öyküsünün kaybolması ihtimali..

bugünlerim hikayeler okuyarak, dinleyerek, hikayelerin önemleri üzerine düşünerek geçiyor, onu da sonra anlatırım fakat... 2014'te neden az yazdığımın hikayesine gelince, 2014'te ben mutlu bir aşıktım da ondan az yazdım. anlatacağım en belirgin hikayem buydu. hayatımda büyük değişimler oldu, evlendim, ülke değiştirdim, yeni bir sürü insanla tanıştım falan filan.. yine de en büyük hikayem buydu. anlatamadığım daha büyük bir hikaye varken galiba diğer hikayeleri de anlatamıyorum. belki bunu yapmayı öğrenirim zaman içinde.

neyse işte, mutlu aşkı anlatamamakla ilgili düşündüm. hani derler ya kavuşamayınca aşk olur, kavuşunca meşk. acaba bunun anlatmak meselesiyle ilgili bir tarafı da var mıdır diye merak ettim. çünkü kavuşamadığın sevgiliyi, kavuşamama hikayeni uzun uzun anlatabilirsin,  ama prenseslerin prenslere kavuşmasıyla masallar biter ya, sonsuza dek mutluluk içinde yaşarlar hani.. halbuki insan hikayesini değil başkasına kendisine bile anlatmadığında bir zaman sonra ona o olağanüstü hikaye sıradan gelmeye başlar ya..

2010'un ekiminde şöyle anlatmışım bunu:

bugün gottman'ların eğitiminde Julie'yi dinlerken bir an, şu an dünyanın en iyi terapistlerinden birini dinliyorsun, bu anı hisset ve kaydet dedim kendi kendime. sonra, bugünlerde anları böyle hissedip, kaydetmeyi ihmal ettiğimi, ihtiyacımın tam da bu olduğunu fark ettim, ayrıca anı kutularını böylece etiketleyip de kaldırmıyordum yerlerine, kendi kendime yaşadığım anların anlamlarını anlatmıyordum. çünkü "kendi hayatımı" yaşayıp giderken alışkındım ona şaşırtmıyordu beni, "alışkanlık körlük doğurur" dediği gibi tanpınar'ın "kendi hayatıma " çok alıştığım için de körleşmiştim olana bitene. halbuki ne süper bir hayatım var tek ihtiyacım biraz yabancılaşmak biraz geride durup dışardan bakmak...
yolunda gitmeyen şeyleri fark etmek nerdeyse her seferinde sevindiriyor beni, işte bunu da fark ettiğimde sevindim böyle. yeni bir çaba konusu çıktı bana diye :) yazayım bu yeni şeyleri düşüncesiyle eve geldim annemlerle biraz sohbet edip odama girdim, sonra odadan çıkıp leylanın odasına bir uğradım, tekrar odama geri döndüğümde masamın üstündeki pasta tabağını gördüm annem benim odadan çıktığım küçücük aralıkta masama bırakmış, ne muhteşem bir kadın diye düşündüm. ve bunu düşünürken evet, başladın işte geride durup takdir etmeye, afferim dedim kendi kendime :)
kibrit kutusuna da sevgiler..

böyle işte.. bir gün oturup bir mektup yazdım, sevgili eşime dursun muamelesi yapıp, ne harika bir adamla evli olduğumu anlattım :) evet kavuşulan aşk mahrem bir şey, hem bunun nazarı var şusu var busu var Allah korusun, öyle ulu orta anlatılmaz. bir de mutluluk anları kadar ve belki daha fazla mahrem olan mutsuzluk anları var ve bunların hikayesi de öylece anlatılmaz tabii. ama hikayeler de anlatılmadıkça alışkanlığa ve o da körlüğe dönüşüyorsa, dönüşmesin diye insanlar eşlerini üçüncü bir kişi yerine koyup anlatabilirler belki hikayelerini.

neyse işte sevgili okur ben bu mahremiyet filtresinden ötürü 2014'ü az yazıyla kapattım. ama 2015'e iddialı başladığımı söylemeliyim : P

çıktık açık alınla on yılda her savaştan



sevgili okur,

2005'ten beri burlarda sizlerle beraberiz, bu yıl on yaşına girecek inşallah blogcuğum. buradan kendisini sevdiğimi huzurlarınızda söylemek isterim. yeri bir başkadır blogcuğumun. 2007 yılında sorulmuş yeri nedir hayatınızda blog yazmanın diye, şöyle demişim o zaman:

pur canı sıkıldığında, uykusu kaçtığında blog yazmış, rüya gördüğünde, göremediğinde yazmış, keyfi yerindeyse yine yazmış, yapılacak işleri varsa bir oyalanma mekânı olarak bilmiş blogu, yine yazmış, yazın çok sıcak günlerinde üşümek için bir kış şarkısı çalmış, yazmış, kışın çok soğuk günlerinde yine yazmış. seçim zamanı gelmiş, parti kurmuş, yazmış, çok arabesk modu devreye girince kamyon arkası yazılar koymuş bloga, yine yazmış. korktuğunda korktum demiş yazmış, güçlendiğinde voltranım demiş yazmış, özgürlüğü özlediğinde yazmış, kavuştuğunda yazmış, tibet’e gitmiş yazmış, endülüs’ te raks etmiş yazmış, donuk ay ışığı altında şeytanla raks etmemiş hiç ama faust’tan filan bahsetmiş, yazmış. belki rakseder hem, ömür bu.. afrika’ya gitmiş, milano’ya gitmiş, gezmiş, görmüş yazmış.. gezdiği yerlerde fotoğraflar çekmiş, koymuş bloga. evinde oturmuş yazmış, işe gitmiş yazmış, derse gitmiş yazmış sonracığıma röportajlar yapmış alter egolarla.. çok yalnızım demiş yazmış, arkadaşlarını görmüş yazmış, aldığı hediyelerden bile bahsetmiş blogda teşhirci pur, kitap okumuş yazmış, film izlemiş yazmış, şarkı dinlemiş yazmış, yazmış da yazmış.. bir nostalji kuşağı yapmış, çocukken izlediği dizilerden, çizgi dizilerden bahsetmiş, hatırlayan başkalarını görünce sevinmiş, sonracığıma çocukluğuna dair başka şeylerden bahsetmiş, çocukluk arkadaşları da katılmış bu bahse o uzun koridorda.. ve lucy gökteki elmasları bırakıp yere indi demiş, yanına da hemen lucy ve schroeder resmi iliştirmiş, sonra göğe bakma durağına çekilmiş, sonra gâh çıkarım gökyüzüne seyrederim alemi bile demiş. vay canına..
pur yazmayı seviyor galiba..
24 aralık 2007

hakkaten de kendimce bol bol yazdım hep bloga. geri dönüp bakınca en bol 2010'da yazmışım, 54 ve  en az da 2014 yılında yazmışım, 5 yazı.

2014 yılı purblog için durgun, fekat pur için çok bereketli bir yıldı. genelde hayatımdaki hareketlerden blog nasibini alırdı iyi kötü, bu sefer neden alamadığını anlatacağım birazdan.

mesela 2013 yılının ortasında babam vefat edince ardından uzun uzun durmadan onu anlatmak istedim. ara ara yaptım ve ara ara da durdum. durunca başka bir şey yazmak lazım olduğunda ama içerde kaynayan şeyden ötürü o başka yazılar çıkamayınca blogda sizlerle sevdiğim sanatları, sanatçıları paylaşayım dedim, bir temasım olsun blogla.

fekat 2014'te onu dahi yapmamışım çünkü, çünküsü diğer yazının konusu olsun, 2015 bol yazılı olsun heheh :)


Saturday, March 14, 2015

Rifat Baba Stayla







Bu ilahiyi dinledikten sonra Fatih'e dedim ki, en çok istediğim şeylerden biri babamın bize tohumunu attığı gibi bir iman tohumu atmak evladımıza. bunu imanımızla övünmek için söylemiyorum elbette ama hep hayran kalmışımdır rahmetlinin teslimiyetine. babamın bir şeyi öğretme biçimi de öylece teslimiyetliydi. bazen bir şey öğretmeye çalışan insanın aşırı çabası karşısında bir direnç oluşturur ya. hiç öyle bir direnç oluşturmadan olayların akışı içinde anlatacağını anlatır, kıssalarla süsler, metaforlar kullanırdı. Leyla Yunanistandayken, vefatından bir gece önce yaptıkları son konuşmayı hatırladım geçenlerde :



Leyla: Baba noluyor Türkiye’de? Rize’de falan olaylar fenalaşmış sanırım…

Babam: Geçer geçer. Düşün bakır kabı kalaycıya götürürsün kalay yaptırmaya. Kalaya başlarken ortalığı bir duman kaplar göz gözü görmez. Duman dağılınca beyaz bakır ortaya çıkar… 
hiçbir zaman ortalığı saran dumanla paniklediğini görmedim, böylece teslimdi canım babam.