Friday, December 04, 2009

bir günün sonunda

bugün zizek dinledim öğleden sonra, ideoloji ve sinema üzerine konuştu.
akşam da lacan semineri vardı bir yerde ama napıyım lacan'ı gidip yiyeyim kebabımı dedim ve o esnada kendimi şöyle bir cypher hissettim:

Wednesday, December 02, 2009

nefs ejderhası ya da kargası

"Nefs hayvanı"yla barışık Barak. Bunu saklamıyor. " Suya girdiğinde akıntının tersine kulaç atarsan yoktur kurtulma ihtimalin," diyor dervişlerine. Önce suyla tanışacaksın, bakacaksın ne yöne akıyor? Sonra kendini ona teslim edeceksin, ona güvendiğini anlayacak, sonra kulaçların seni geçmek istediğin kıyıya götürür. Nefs ejderhası da böyledir, gemine asılırsan azar, hakkından gelemezsin. Fazla zorlamaya gelmez. Gönlünü hoş tutacaksın, yavaş yavaş alıştıracaksın koşumlara. Koşumlarla barıştıracaksın onu, sonra istediğin yere sürersin. Teslim almak istiyorsan, teslim olmayı bilmen gerek. İkisi bir arada olmak zorunda."
ikiilebir/reha çamuroğlu

bir kere rüyamda bir karga gördüm, yerde duruyordu, elimdeki silahı ona doğrulttum, geldi dizime kondu ve bana dedi ki...

Saturday, November 28, 2009

nasıl bayramlar?

iyi bayramlar
hayırlı bayramlar
güzel bayramlar
mutlu bayramlar
huzurlu bayramlar
bayram gibi bayramlar
kanlı bayramlar :P
etli bayramlar
"çünkü bu can kurban sana ben koç kurbanı neylerem" uyanışlı bayramlar
önce kurban sonra azad olduğunuz
oh be dediğiniz derin bir nefes aldığınız
hem kurbiyetli hem hayatlı bayramlar
sevinçli bayramlar
sevgi dolu bayramlar sevdiklerinizle beraber
herşey O'nun.

not: güzel ve mutlu ile sıfatlayarak tebrik etme alışkanlığımın muhtemel kaynağını düşündüm bu esnada.

Friday, November 20, 2009

ayağıma değmeyen taş

yolun bir yerinde bir taş, bir kaya ya da bir ağaç olduğunu biliyorum diyelim, hiç önünden geçmesem de o taş oradadır. eğer yolum düşer de yanından geçersem çarpmamaya dikkat ederim o ağaca. hiç görmemiş dahi olsam, o ağacın bilgisine sahipsem birine yol tarif ederken ağacın ilersinde ya da gerisinde diyebilirim. zihinsel bir haritam vardır. bunun gibi gündemime hiç düşmemiş ve düşmesi ihtimali hiç de yok gibi duran meseleler de benim zihinsel haritamın içindedir, ayağıma değmeyen bir taş olarak oradadır, fiillerimi de fikirlerimi de belirler. bir ev yapacaksam olmaz orda koca bir ağaç var, kesilmez evi şuraya yapalım diyebilirim ve bunu gayet de sessiz diyebilirim. haritaya bakarım ve o mekânı direkt gözden çıkarırım, düşünmem gerekmez. bazı meseleler de bizim için böyledir, sessizce ordadırlar ve basbayağı ordadırlar.
sınırlar da böyledir, biz çok geniş bir mekanda hareket ediyor da olsak bir duvar vardır orda, gitmesek de görmesek de o duvar bizim duvarımızdır. duvar varsa ardı da vardır :)

diyor felsefeyi sever misiniz?

idealistleri hiç sevmiyorum. platon'a gıcığım var. kierkegaard'ı tanımam etmem ama onu da sevmiyorum. bir de felsefe okurken gülesim geliyor bazen.

Wednesday, November 11, 2009

komik horoz

kendimi şöyle karikatürize edebilirim:
bir çöplük ortasında öten ve etrafına da irili ufaklı piliçler toplayan horoza uzaktan bakan horoz, düşünce balonu vesilesiyle cool bir edayla şöyle diyor " başka çöplükler de var be yavru".
şimdi başka çöplükler de var bilgisiyle bu çöplükte ötmeyen cool horoz da bana kendi çöplüğünde öten cevval horoz kadar komik geldi.

şunu da getirdi aklıma:
http://yazlikblog.blogspot.com/2009/01/acaba-diyorum.html

Sunday, November 01, 2009

mutfak

aptal durumuna düşmek/rasyonalite foucaldien/naif

Sunday, October 25, 2009

Başka Yer

Zamanlardan bir zaman, ülkenin birinde, insanlardan uzak, bir dağ başında; kocaman, ihtişamlı bir şatonun küçük, sade bir odasında Sueño adında bir kız yaşarmış. Bu kızın tüm hayatı bu odada geçermiş ama tüm hayatı da bu odadan ibaret değilmiş elbette. Odası enfes bir manzaraya bakan Sueño, gün boyunca bu enfes manzarayı vegün içindeki değişimlerini izlermiş. Güneşin hareketleri, bulutların hareketleri, denizin renginin değişimi, rüzgarın sesi ve ağaçları sallandırışı, yağmurların düşüşü, tekrar güneşin açışı, karların yağışı hepsi ayrı bir coşku ve zevk verirmiş bu kıza. Ah bu odada, bu manzara karşısında ne kadar da mutluymuş. Bazı günler ise mutluluk sıcak elini üzerinden çeker, Sueño hüzünlenirmiş. Bu anlar daha çok, gözünün, annesinin bahçedeki mezarına takıldığı zamanlar olurmuş. Daha küçük bir çocukken vefat eden annesini, peder Mensajero ve bir kaç arkadaşı buraya defnettiğinden beri küçük kızın manzarası da zaman zaman hüzünle gölgelenmiş.

Yine böyle hüzünlendiği ve hatıralara daldığı bir anda, hızla vurulan kapının sesiyle irkilen Sueño karşısında dana evvel hiç görmediği yaşlı bir adam görmüş. Bu Sueño için çok garip bir anmış, şaşkınlığı tüm yüzünden okunuyormuş. Adamsa bu şaşkınlığa anlam veremeyip biraz da sinirli bir ses tonuyla " Görmüyor musun yağmurdan sırılsıklam olmuşum? İçeri almayacak mısın?" diye sormuş. O zaman Sueño'nun şaşkınlığı bir kat daha artmış işte, böyle güneşli bir havada bir insan nasıl yağmurdan sırılsıklam olsun ki... Anlam veremese de "Özür dilerim" diyip yabancıyı nazikçe içeri davet etmiş.Adama kurulanması için havlu vermiş ve oturması için bir yer göstermiş. Adamın konuşmaya başlamaya niyeti olmadığını görünce dayanamayıp sormuş " Bayım dışarıda yağmur yok, siz nasıl böyle ıslandınız?" , yabancı da yine sinirle " Neden bahsediyorsun dışarıda fırtına kopuyor" diye yanıt vermiş. Bu söylediği şey Sueño'ya o kadar komik gelmiş ki dayanamayıp gülmüş ve sonra adama dışarıdaki havayı göstermiş. " Bayım bakın dışarıda ne kadar güneşli bir hava var" , adam bunun üzerine Sueno'ya, kuzeyden geldiğini ve bu manzaranınsa güneyi gördüğünü anlatmış. Sueno için bir anlam ifade etmemiş tabii bu söylediği. "Sizin bu Kuzey dediğiniz bayım, denizin arkasında mı kalıyor?" diye sormuş. Bu defa şaşkınlık sırası adama geçmiş, bu kız çocuğu eğer benle kafa bulmuyorsa kuzeyi güneyi bilmiyor diye düşünmüş. Bunu anlamanın bir yolu olarak kızın kafasını biraz karıştırmayı görmüş. "Geçenlerde Batı tarafına yaptığım bir yolculuk esnasında senin gibi küçük bir kızla karşılaşmıştım" diye bir cümleye başlamış ama Sueno Batı tarafını da bilmiyor gibiymiş. Yine de bu adamın başka bir yerden gelmiş olabileceği fikri Sueño'nun aklına bir rüzgar gibi değip geçmiş. Bir çocukluk anısıyla gözleri buğulamış, annesinin "bak kızım görüp görebileceğin en güzel manzara bu" diyip dışarısını gösterdiği ana gitmiş bir anda. Nasıl en güzel manzara olabiliyor, öyleyse başka yerler de mi var sorusu garip bir şekilde aklına düşmüş. Düşer düşmez de bu düşündüğünün ne komik bir şey olduğunu anlamış. Elbette ki buradan başka bir yer yok diye kendi kendini onaylamış, peder Mensajero'nun da anlattıklarını hatırlayıp. Bu adam ne söylediğini bilmeyen bir ihtiyar herhalde demiş ve adamcağıza yiyecek içecek birşeyler ikram etmiş. Adam bu kızdaki tuhaflığı fark edip ikramlarına teşekkür etmiş ve fazla da oyalanmadan ordan ayrılmış.

Günler kovalamış günleri, Sueño unutmuş o gün aklına düşeni. Bir daha hiç sormamış acaba başka bir yer var mı sorusunu. Ama eskisi gibi de bakamamış artık manzaraya bir daha. Tarif edemediği bir farklılıkhissetmiş kendinde, "büyüyorum herhalde" demiş kendi kendine.

Uzun yıllar sonra, günün birinde, oturuyorken yine aynı odada, aynı pencere kenarında bir kuş pır pır etmiş kalbinde, daha evvel hissettiği, o rüzgar gibi değip geçen başka yer ihtimalini hatırladığında.

Saturday, September 26, 2009

neşv ü nemâ

binlerce şükür içinde tohum, çok münbit bir topraktan selam verdi havaya. güneş mmm leziz, hava, su, içinden neşet ettiği zemin ve besleyenleri tam olarak ona göre, onun için.

Monday, September 21, 2009

"hafıza ağları algılama, tutum ve davranışların temelidir. "
zamanın külleri filmi çağrışımlı.
şehrin aynaları çağrışımlı.
dedi ki hatıralar zamanla anlamlarını değiştirirler.
diğeri de dedi ki toplum ve değerler sistemi değiştikçe tarihi dönüp yeniden yazma ihtiyacı duyuyor insanlar.
öteki de dedi ki emdrla çalıştığımdan beri hatıralara duyduğum güven azaldı.
ne ilginç di mi?

Friday, September 04, 2009

sosyal inşa ve söylem

okurcuğum, bu kavramlarla biraz sık karşılaşabilirsin bundan sonra. hazırlıklı ol!

:)

Wednesday, September 02, 2009

şevkiye

şevkiyeyi bahçede gördüğümde dalgın gözlerle önüne bakıyordu. gittim, yanına oturdum, seslendim, hiç oralı olmadı, başını okşamak için elimi uzattığımda hemen sırtını kabarttı, elimi çektim ve oturduğum yerden kalkıp apartman kapısına yöneldim, içeriye girdikten sonra geriye dönüp bir müddet ardından baktım. sanırım bir av görmüştü havada uçuşan bir şeyin peşinde gibiydi sanırım. o sırada içim burkuldu işte ve çok garip geldi bana bu his. şevkiye ait olduğu yerde artık dedim, sokaklarda ve yabanileşiyor sağlıklı bir şekilde, uyum sağlıyor işte. artık onu seveyim diye kucağıma atlamıyor beni gördüğü yerde. artık ayrı dünyaların insanları ve hayvanlarıyız :P
işte bu yabancılaşma ve onun artık başka bir hayatı olduğunu görme, kedimiz adına beni sevindirse de ilişkimiz adına üzdü biraz.

Tuesday, August 25, 2009

aklın sistemden çıkması ve



bu vidyoyu 2007 mayıs ayında çekmiştim, metindeki bazı şeyleri şimdi değiştirebilirim ama bu haliyle de iyi bence :) aklın sistemden çıkmasıyla ilgili kısmı ise az evvel okuduğum kitaptaki olasılık koşulları bahsinden sonra daha manidar geldi.

Bir olayın olasılık koşulları semantik kaynaklarla onu düşünülebilir ve anlaşılabilir kılan güç çizgilerinin karşılıklı bir oyunudur. Düşünülebilirlikten kasıt, dilin formlarının bu olaya halihazırda bir biçim kazandırdığı ve onu halihazırda anlamlara büründürdüğüdür dolayısıyla da olayın anlamının ne olduğuna, deliliğe sürüklenmeden ya da tecride uğramadan duyularımızla sahip çıkabiliriz. Delilik Foucault'un tartıştığı(1971) üzere, kesinlikle dilden kovulmuş, delilik üzerinde akılla birlikte bir söylem gibi iş gören, onu çerçeveleyen, açıklayan, hakkında makul olarak neyin konuşulabileceğini hassaslaştıran düşünce aşırılığının bir örneğidir.( Parker ve ark.1995)

Birey olarak bilim adamının ancak kendi bilim cemaatinde genel söylem kodlarını edindiğinde "rasyonel" olduğunu görürüz. Sonuç olarak, bilimsel rasyonalite dilin, yerel olarak, ayrıcalıklı bir şekilde kullanılmasıyla kazanılır (Nelson, Megill ve McCloskey,1987; Simons 1990)

Friday, August 14, 2009

elini taşın altına koymak ya da

kocaman bir taş vardı bizim sokağın sonunda, parıltılı bir taştı, mahallenin çocuklarını bu taşın tılsımlı olduğuna inandırmış, kendim de buna inanmıştım. günahtan korkmasak yapacağımız şeyleri konuşurken verdiğim cevap sahte din kurmaktı çocukken şimdi bir de bunu hatırladım.

elimi altına koyamadığım taşları düşünürken geldi bunlar aklıma, çünkü taşların çoğu çok manasız görünüyordu gözüme. ezilecekse elim taş da manidar olmalı değil mi? nasıl apolitik oldum sorusuna böyle cevap verebilirdim apolitik olmak diye bir şey mümkün olabilseydi eğer. ama yaşıyoruz bu dünyada anlam veremediğimiz nice taşlar, kayalar arasında.

işte tüm bu "gerçek" kayalar saçma geldiğinde gerçek olmayan bir şeylere kaçasım geliyor.
masala, kurguya, rüyaya.

annem odaya gelip bahçedeki yaralı kediye merhem götüreceğini söyleyene kadarki düşüncelerimdi bunlar.

cemiyet ana

bağrına da basabiliyor, evlatlıktan red de edebiliyor mu?

bir sürü haller içinde halim

türlü çeşit hallerden geçiyorum sonra dönüp bakıyorum tanıdık geliyor bu haller başka bir yerlerden ve diyorum ki " demek ki bu haldeyken falancı şöyle şöyle hissetmiş" bu geçişlilik bana başkalarının hallerini bildiriyor mütemadiyen.

çapa: kişisel bütünlük, ahenk

Thursday, August 06, 2009

içersi

ey insanlar,
içinize bakmaktan korktuğunuz her gün kendinizden çok uzaklara gidiyor olabilirsiniz.
geri dönün!

Tuesday, July 28, 2009

hüsn-i tal'ilin ustasıyım, gözlerinin hastasıyım

ne işle iştigal ederim?
efendim bendeniz estetisyenim. hâlleri vaziyetleri itina ile estetize ederim.
o kadar maharetliyim ki bu konuda hâl bile tanıyamaz kendini sonunda.

Monday, July 27, 2009

köklülük/köksüzlük

önce köklülüğe hayran kaldığımı yazdım, mekan purblog zaman beş yıl öncesi idi. seyrettiğim filmlerde büyük büyük büyük babalardan bahsediliyordu, yüzyıllar öncesi yapılan göçler anlatılıyor, nerelisin sorusuna böyle cevap veriliyordu. taberani dünya tarihini anlatacağı zaman adem'le havva'dan başlıyordu.

sonra biriyle tanıştım büyük büyük büyük çok büyük babasının yaptıklarını anlattı bana. bu dedeler bir isyanı bastırmış ve kendisi bugün hala bastırılan grubun benzeri gruplara öfkeliymiş. iyi de biri keşke bu kadar öfkeli olmasa demiştim. dedelerinin mirasını taşıyordu, babasının kendisine çizdiği yoldan yürüyordu, ufku da geniş biri ama keşke bu kadar izleyici olmasa demiştim.

benzer dönemlerde bir oyun oynamıştık sosyometri cetveli gibi, sorular soruyordu gruptan birileri, grup da bir çizgi içinde yer değiştiriyordu, bir taraf evet diğer taraf hayır, ortası havet oluyordu. biri ebeveynine benzemekten korkanlar bu tarafa korkmayanlar diğer tarafa dedi,
bir de ne göreyim korkmayanlar tarafında tektim. bu ilginçti ama çok da düşünmedim o sırada niye böyle ki diye.

sonra babalar meselesi geldi gündeme, gestaltta bu göründü yani ve bununla beraber de köklülük meselesi cetvelinde hoop diğer uca gitti düşüncelerim. köklülüğün akibeti hareket serbestisinin kısıtlanmasıydı ve bu benim hiç sevdiğim bir şey değildi. babalar, oğullar ve azade ruhlar dedim ve ne mutlu azade ruhlara diye ekledim.

e. haklı bir o yana bir bu yana savruluyorum ama bu da bir şey için. bence iyi bir şey için. bir şey oluyor bu savruluşlar esnasında.
şimdi durduğum yerden köklülük ve köksüzlüğün anlamları başka.

Derler: insanda derin bir yaradır köksüzlük;
Budur âlemde hudutsuz ve hazin öksüzlük.

Yahya Kemal Beyatlı

Monday, July 20, 2009

how i met your father

nida ile bu yaz macera dolu bir yolculuk yaptık ve zorlandığımız her anda, kaçırdığımız trenlerle bratislava'da sabahlayacağımız fikriyle, viyana'daki ilk gün emniyet müdürlüğünde, çektiğimiz onca fotoğraf bir anda silindiğinde, neden geldim viyana'ya türkülerinden hemen sonra yüzümüz gülsün diye tekrar ettiğimiz şey " sene 2009, nida/aslı teyzenle ben..." repliği idi, bu repliğin bana çağrıştırdığı ise elbette ki ted mosby idi. "the summer of 2009 was one of the strangest summers of my life."

“kids, this is the story of how i met your father.. bunch of engineers and doctors wanted me but i got married your father :P "

dün bezmimizin bir ezeli neşesi vardı

yazları güneşli, neşeli ve tatilli olur, ikindi güneşiyle eve girmek mümkün olur.
aynı kitaplardaki gibi olur, kadıköy'ünün romanı ve huzurdaki gibi.
yaz akşamları olur, yaz öğleden sonraları olur.
yıldızda hiç bitmeyen kahvaltılar, beylerbeyinde hiç bitmeyen ikindi çayları, kuzguncukta çekirdek çitlerken izlenilen yazlık sinemalar, piyer lotide kahveler, üsküdarında kahkahalar, modada şarkılar olur.
ben yazları severim.
sen de yaz yaz yaz, bir kenara yaz.

Saturday, July 18, 2009

çekmesene kardeşim

bazen ben uçarım
sonra bazenleri de bir el beni aşağı çeker.

Tuesday, July 14, 2009

özne ve iktidar'dan

"Yaşamanın ve çalışmanın temel önemini oluşturan şey, başlangıçtakinden farklı biri haline gelmektir. Bir kitap yazmaya başladığınızda sonunda ne söyleyeceğinizi bilseniz, onu yazmaya cesaret edeceğinize inanıyor musunuz? Yazı ve aşk ilişkisi için geçerli olan yaşam için de geçerlidir.
Oyun, ancak nasıl biteceği bilinmiyorsa zahmete değer."

"Günümüzün sorunu artık ne olduğumuzu keşfetmek değil, olduğumuz şeyi reddetmektir."


"Geleneksel tarihe göre bir şeyin kökeni onun en mükemmel anıdır. Ve son olarak bir şeyin hakikatinin onun kökeninde yattığına inanır. Buna karşılık Foucault tarih yöntemi olarak soybilimi önerir. Bir karşı-hafıza (contre memoire) olarak soybilim sabit özleri reddeder ve farklı kimlikler olabileceğini varsayar; verili bir kimliğin kökenini bulmak yerine bu kimliği çözmeyi, ayrıştırmayı hedefler. Soybilim tarihini yazdığı şeyin değişmez bir doğruluğu olduğunu reddeder. Her şeyden önemlisi, soybilim tarihini yazdığı şeyin ortaya çıkışından sonra anlamı muhafaza eden bir süreklilik izlemediğini; tersine, bu süreçte dışardan bir çok müdahele, sapma, hata ve ilineğin (accident) etken olduğunu; sürecin farklı güçler arasında mücadeleler içerdiğini, varılan noktanın bu etkenler ve mücadelelerin sonucu olduğunu gösterir. Yani köken tek ve mükemmel, varılmış olan nokta da zorunlu değildir."

neden foucault'yu okumakta bu kadar gecikmişim ki?

Wednesday, June 10, 2009

bir cümle

yazı yazasım var, aklımda belli bir şey yok. çantamdan bir kağıt çıktı. küçük bir kağıt.
kağıdın küçüklüğü yazacaklarımı kısıtlayacak. bu kısıtlılık içinde cümlelerin özenle seçilmesi gerekecek. geyik yapma, lafı dolandırma lüksüm yok. aklıma selim hocanın verdiği senaryo ödevi geliyor; elinizde mikrofon var, bir meydanda insanlara sesleniyorsunuz bir cümlelik hakkınız var o cümle ne olur diye sorduğu. cümlemiz ne olacak? cümle değil ama bir kelime geldi aklıma: itina.
sınırlılık içinde kendini daha çok bildiriyor.
bir cenaze namazı sonrası akla işte bu sınırlılık geliyor.

Sunday, June 07, 2009

Monday, May 11, 2009

kısa günün kârı


bugün dede efendi evinde rahmi bey'le tanıştım.
bir nev civansın şuh-i cihansın şarkısının hikayesini dinledim.


dede efendi evi ve cankurtaran'a tren yolculuğu da pek hoştu.

pek latif mevzulara girildi.
müzik dendi, anne karnında annenin kalp atış ritmiyle başlar.
sonrasında dünyaya yeni gelen bir bebek için hiç bilmediği bir sesler dünyası vardır. tehdit yaratan ani ve yüksek sesler ve bebeği yatıştıran anne sesi.
anne sesinin dünyayı anlamlandırmada önemli bir araç olduğundan bahsedildi. işte böyle buyurmuş klein. kohut da demiş ki müzik, egonun tehdit almadığı bir alan oluşturur demiş, müzik sözler gibi tehdit edici değildir demiş.
aklıma "words are useless especially sentences" diyen şarkı geldi.
müziğin regrese ettirici etkisinden de bahsedildi, kaybolma, kendini bırakma hali gibi dendi.
ve benim aklıma da şu çok sevdiğim primitif tanımı geldi.

sonra bir başka konuşmacıya geçti sıra o da dedi ki " bazı sesleri duymaya kulaklarımız yetmeyince yüreğimizi açarız" işte böyle bir panelin inceliğinden sonra hiç olacak şey miydi taksime gidip meydanlarda bağırmak "psikologlar özel eğitimden çıkarılmasın" diye. oldu işte napalım. garip de bir geçiş oldu gerçekten.

Sunday, May 03, 2009

evdeki bulgur

dikkat bu yazı ilişkilerle ilgilidir!

işim gereği pek çok ilişkiye şahit oluyorum ya (hayır psikoloğum) şöyle bir fikir yürüttüm, okuyun bakiyim olmuş mu?

ilişki denen şey hoştur, güzeldir ve bu güzel, hoş şey beraberinde bazı sorumluluklar getirir. sorumluluk denen şeyler ise o kadar da iyi bilinmez şu alemde, bazen sırta yük, ayağa bağ bile olur. bu da ilişkiden ilişkiye değişir. ama ekseriyetle ilişiklilik miktarıyla doğru orantılıdır. hayat alanı ne kadar yakınlaşıyor, ortaklaşıyorsa sorumluluk denen şeyin de o kadar artması beklenir.
bu değişime eşlik eden yakınmalar şöyledir: "nişanlıyken, flört ediyorken ne kadar romantiktin necati, şimdi nerde çiçekler, nerde sürprizler?" bu yakınmalara verilen cevaplar ise "sen de o zamanlar bu kadar çok konuşmuyordun ayten" şeklinde olabilir.
bu tür diyaloglar yabancı değildir. bu sürece eşlik eden yakınma ise gözlerde kayma şeklinde görülebilir.

işte konumuz bu kaymalarla ilgili. şimdi evdeki adam/kadın bulgur ya, çarşıdan alındığında pirinçti de eve gelince bulgura dönüşüverdi ya, dimyat'ta ise nefis bir pirinç varmış ya, esasen o pirinçlik büyük ölçüde sorumluluklarla ilgili bir yanılgı gibi geliyor bana. çünkü komşunun tavuğuyla alakalı hiç bir sorumluluk yok hala, aman ne güzel bir kaz bu böyle.. hadi öyleyse size bir ikaz bu böyle :P gidin evinizdeki bulgurun kıymetini bilin.

Wednesday, April 29, 2009

anlatmak

hikaye şöyle
bir öğrenci değişim programı vardır, erasmus gibi ama gezegenler arası, bir misafir gelmiştir dünyamıza, küçük prens gibi. dünyamızın müdürü odasına çağırır hanım kızımızı ve tanıştırır "misafirimizdir kızım iyi ilgilenesin, büyüğü küçüğü de olmaz hem, prens prenstir, unutmayasın"
odadan çıkarlar beraber, prensin eline kalın bir kitap tutuşturur esas kız, kapağında "introduction to world" yazar, gibi. talihsiz prens dünyayı bu ufku dar alnı geniş kızdan tanıyacaktır ve elinde tuttuğu kitabın sayfalarını çevirirken alnı geniş kız birşey demeden uzaklaşır. kitapta anlatılan dünya kızın dünyasından ibarettir. köyün en son çitiyle dünyanın bittiğine inanmasın mı kızımız ünzile gibi, niagara şelalesinden bahsedilince "su gördüm ya, o da bir suya hepsi de bu ya" diyen selma gibi. merak içinde açıyor prens kitabı, içinde maddeler var, bu bir ansiklopedi, hikmetler sözlüğü gibi. okuyor iştahla su içer gibi.

prensimiz dünyadaki günlerini bu alnı geniş, ufku dar hanım kızımızdan hikayeler dinleyerek geçiriyor, dünya nasıl bir yerdir, dünyalılar nasıl şeylerdir, herşeyi, tüm bildiğini bir bir anlatıyor kızımız prense, karanlıktaki fil tarifçileri gibi. bazen de biraz uyduruyor tabii, sağlaması da yok ki,
kafiye olsun tarihçileri gibi.

böyle ziyaretçiler her gün gelmiyor dünyamıza ve anlatmak ihtiyacı duyan canlılarız biz niye acaba. anlatarak anlıyoruz bazen ve de şahit tutma ihtiyacı duyuyoruz çoğu zaman, geçilsin kayda, kaybolmasın boşlukta, saklansın bir sandıkta ya da yayılsın kulaktan kulağa. kurumasın ki huyumuz, böyleyiz, hiç olmazsa bir kuyu bulur söyleriz.

benim payıma düşense, bir süredir bolca şehadet. dinliyorum, işliyorum, ilişkilendiriyorum, örüyor, örgülüyorum ve bunların hepsi zihinsel, soyut bir iş oluyor. yazmak bu zihinsel yapıya harç olacak. yazmazsam ev üç küçük domuzlardan birinin ya da ikisinin evi gibi dağılacak.

gelmiyor dünyamıza böyle ziyaretçiler pek, gelmeyen misafirlerimiz yüzünden anlatılmayan bir sürü hikayem var, binbir surat hikayeler, her gün de değişen. gelirse bir gün bir prens dünyamıza, çağırırsa müdür beni odasına, anlatmaya başlarsam hikayelerimi her gün de yeni yeni, prens de derse ki "ama dün bu hikaye böyle değildi", derim ki "bizim gezegende hikayeler her an değişir, beş dakkada değişir bütün işler", bakarsa yüzüme şüpheli şüpheli sen küçüksün anlamazsın der, nanik yaparım. belki de benim nanik yapacağımı bildiği için müdür misafirler gelince beni çağırmıyor.

belki de sevgili okur, bir küçük prens gelse susar kalırdım. bir keresinde sena ile beni bir hocamız dersten çıkarmıştı, çıkın dışarda konuşun, bitince gelin diye. dışarda birbirimizin yüzüne anlamsız anlamsız bakıp susmuştuk, ne konuşacaktık ki kapı önünde. sonra içeri girince yine bir sürü tilkiler gelmişti. şarap bulununca testi bulunmaz, testi bulununca şarap bulunmaz sözü gibi. aklıma şarap, tilki, küçük prensli güzel bir hikaye geldi ama gözüme de uyku geldi.

uykudan evvel tavsiyesi "eğer bir yerde bir ağacın yıkıldığını duyarsan nasıl olduğunu değil, kimin anlattığını sor" demiş ya hint atasözü, sen kime anlattığını da sor en iyisi, ne zaman anlattığını da.

başka ne sorsan ki?

Tuesday, April 28, 2009

çok uzun susmak istiyorum ve hiç susmayacak gibi çok konuşmak istiyorum
tüm manalar bir kanın damardan akışı gibi aksın mesela ve bu manalar çok latif, çok başka olsun.
ve benim latif mana diyince dolan gözlerim bugünlük şükrüme kafi olsun.
ama ayıptır, herkesin ortasında göz dolmaz. o yüzden bu yazı susulsun.
çok uzun susmalara karışsın ve hiç susmayacakmışsın gibi susulsun masın.
öyle çok anlatasım var ki, öyle çok.
hani göz yaşının hiç engele takılmadan akışı vardır ya, az evel akan latif manayı düşünürken o ılıklığı hissettim, hayal ettim. öyle gözyaşı gibi anlatasım var, temiz ve engelsiz ve ılık.
aklıma duası geldi celaleddin'in. aklıma duası geldi pervane'nin, duası semender'in.
çok.

Wednesday, March 11, 2009

tekerrür

nasıl oluyor da oluyor
hep bir şeyler tekrar ediyor
sanki soruyor bize
okuduğumuzu anladık mı?

anahtar kelimeler: sekülerizm, arkadaşlık, sükûnet-siz, iz

Tuesday, March 03, 2009

II. lape aydınlanması







etrafta oedipus çatışmaları görür oldum hep. o edip, bu edip, şu edip.
ne çok edip varmış be!

Friday, February 27, 2009

deliye her gün bayram

21 şubat çomartesi
üsküdar, "insan kendinde birşeyi iyileştirmeye karar verince hayat ona yardım eder" ve caymama çekici. 9-insp. anne şule bir itiraf ve projeler. hüdaverdi özlem ve şehirlerarası yolculuk, bir kış gecesi eğer bir yolcu. istasyonlar. tülin ve safiye ve yaprak sarmalar ve de tuğba. kara kedi ak kedi ve uyku.

22 şubat pazar
kahvaltıda grup terapi, dilek ablada altın günü "deli diilsiniz, cahil diilsiniz niye böyle şeyler yapıyorsunuz anlamıyorum ki"

23 şubat pazartesi
senede bir gün zeynep, viyana'dan zeynep gelmiş üsküdarda bir bayram havası, rümeysa ve selin de.

24 şubat salı
almanya'dan nida gelmiş maltepe'de bir bayram namazı, saadet ve özlem de. gazozlu fotoroman.

25 şubat çarşamba
evime de gideyim bazen, eve iş götüreyim hazır gitmişken. sonra da film izleyeyim ne güzeldi slumdog millionaire.

26 şubat perşembe
yasemin iyi ki doğmuş, gördün mü bak kitap cini olmuş. ayinli, gayinli bir gece.

27 şubat cuma
ayin sonrası şükürler olsun sağım salimim bu sabah.

bütün dünya buna inansa bir inansa.

not: elbette ki her zaman böyle çok gezmiyorum, bu haftalık böyle oldu. evimden işime, işimden evime bir insanım genelde.

Saturday, February 21, 2009

geçtiğimiz haftanın nesneleri

heybe, çekiç, baston, gül.
bunları tut.
heybenin varlığını unutma, içine bak sık sık, içersine aşina ol.
çekiç sana kararlılığı hatırlatsın.
baston gülmeyi.
gül de değerliliğini.

ama arkadaşlar süperdir :)

Tuesday, February 17, 2009

pekişti





minibüsten inerken şoföre hayırlı işler dilemek adetimdir




















ama bazen şoför ani frenler yapmış, kötü kullanmış


















ve beni sinirlendirmiş olur





















işte o zaman hayırlı işler dileğimi içimden geçirir ama seslendirmem













ve yine derim ki içimden
yok sana pekiştireç mekiştireç

Thursday, February 12, 2009

yaşantı grubu

dokuzuncu haftadan sonra,
terapiler esnasında, odada birileri daha olsa keşke diye düşünürken buluyorum kendimi, hadi anneni seç, eşini seç, öfkeni seç diyesim geliyor.

bir de bu haftalar boyunca aidiyet meselesi de çözüldü sanki içerlerde, çözülüyor sanki hala.
memnunum gidişattan.

Thursday, February 05, 2009

kaza geçireceği

dün sabah tv'de bir adam gördüm, tekerlekli sandalye gibi bişey vardı adamla beraber. aslında pek görmedim adamı, o sırada annemle konuşuyordum hararetli bir şekilde, adamın olduğu ekranda şöyle de bir altyazı gördüm :
mucize hayatlar
kaza geçireceği içine doğdu
ne yazdığını anlamak için konuşmayı kesip bir daha okudum, çünkü konuşma esnasında gözüme çarpan anlamıyla adamcağız, kaza geçireceği diye bir aracın içine doğmuştu, portakal sıkacağı gibi bişeyin içine doğmak gibi. altyazıyı ikinci okuyuşumda aslında ne dediğini görünce yuh dedim kendime.

doğal olanı korumak konusunda tavrım nasıldır?

oynadığımızı düşünsek, sahneye çıksak, bahçeye insek. biraz oynasak. çok doğal bir oyunculuk çıkarsak. oynamak şimdi bana oyunun birinden çıkıp diğerine girmek gibi geldi. doğallık denen şeyle alakası uçuşuyor havada. alaka bir tüyü oynuyor. hadi şimdi ağırlaşsın ve konsun yere, kurduğum bütün alakaların böyle uçuştuğunu görmek bana garip geliyor. tüy yerden bana bakıyor.

sosyallik kelimesini alıyorum raftan, belki biraz kullanırım burda bir yerlerde. eğitim kelimesini çıkarıyorum çekmeceden. ormanda maymunlar tarafından büyütülen tarzan fikrini kapatıyorum dolaba, hayvanlar alemini de. tam da kapatırken kapıyı itkisellik kelimesi fırlıyor dolaptan, elime alıp biraz inceliyorum.

yerden bana bakan pembe bir kuş tüyü var. tüyleri pembe olan bir kuş görmedim hiç. bu renk doğal olmayabilir, eğilip yerden alıyorum. şimdi elimde pembe bir tüy var, oyuncu bir tüy ve de şekilsiz bir hamur var, itkisel kelimesi gibi şekilsiz. hamuru yoğuruyorum ve tepesine bu pembe tüyü takıyorum. karşımdaki kelime değişti şimdi, evcilleşti sanki, küçük prensin evcili gibi ama o kadar evcil de değil, çünkü tepesinde pembe tüyü olan hiçbir hamur o kadar evcil olamaz. medeni kelimesine de biraz benziyor. hani vardır ya medeni ve bedevi mukayesesi. ne kadar az ilkelse o kadar medenidir, kültürü vardır, şekillenmiştir, aslından başkalaşmıştır, törpülenmiş, süslenmiştir. kafasında pembe tüyü olan bir hamura vereceğim isim medeni olunca, aklıma "medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar" dizesi geliyor. sonra birden bu canavar karpuzlaşıyor zihnimde, aman tanrım bir canavar yaratmışım yerine, aman tanrım bir karpuz yaratmışım diyorum, tüm bunlar medeni karpuz tiplemesinden geliyor, bir diziden çıkıp. medeni karpuz gibi absürd bir hamur bu hamur, oyuncu hamur. sonra köşelendirip kanun yapıyorum hamuru, medeni kanun olsun biraz da.

benim doğal olanı korumak konusundaki tavrım budur işte :)

üzüm yiyince bağını sormak konusunda tavrım nasıldır?

bu sabah güne nasıl uyandığımı söyleyeyim size, kafamı duvara çarpmak suretiyle uyandım. rüya görüyordum, rüyamda birşey fark ettim sonra da kafamı duvarlara vurma ihtiyacı hissettim sanırım. 27 senedir uyurum, ekseriyetle bir duvara dönerek olur bu, ama hiç böyle birşey başarmamıştım. neyse işte, güne böyle başlayınca sabah biraz sevimsiz oldum, geldim hemencecik görüşmelere girdim. üç görüşme yaptım.
şimdi soracak mıyım bu neşenin bağını?
biri vardı bağ sormazdı çünkü sorarsa büyü bozulur, doğallık kaçabilirdi. sanırım doğallık biz doğmadan evvel kaçmıştı. belki elde avuçta olanla yetinme çabasıdır bu bilmiyorum.

Monday, January 19, 2009

çöl ortası

diyelim ki ben ortasındayım, tam ortasındayım günün, tam ortasındayım çölün. diyelim uçsuz bucaksız bu çöl, tek görebildiğim kum tepecikleri, alabildiğine engin bir çöl diyelim. ve ben orada öylece duruyorum. anneciğim, babacığım, arkadaşlarım ve tüm sosyal bağla-ntıla-rım, işim, gücüm ve tüm sosyal zımbırtılarım, evim sevgili gölgem başımı sokacak ve içi dolu ıvırım ve zıvırım, tüm bunlarım artık başka bir yerde diyelim. ya da ben artık bunlardan başka bir yerdeyim . yalnız mıyım? nasılım? neler hissediyorum?

duyularım, algı kanallarım açılmış mı biraz? tüm herşey hakkında, olan biten herşey hakkında bu tabiat kadar çıplak mı acaba hislerim, düşüncelerim? oyalanmasız, dağılmadan dikkatim. bulut bile yok, böcek bile yok, rüzgâr yok. herşey duruyor. ve durunca herşey ne garip değil mi?

Saturday, January 17, 2009

emdr röportajı

ayşe arman'dan emdr röportajı

fotoblog

yılın en sıkıcı toplantısından kareler


kafamızı çarpmayalım istiyoruz! çarparsa da acımasın!
vanilyalı dondurmalı porsche istiyoruz!





işlerini planla!


mecliste kuruldu yine tambur ile neyler aman aman

mazi seyahat

bu hikaye paket yapan bir kadın hakkındadır.ben kadınla bir otobüs yolculuğu esnasında tanıştım.
mazi seyahatin hülyalı yolcularından biriydi. bir ara çay molası için aşağı indiğimizde, şirketten olan çayları yudumlarken sohbete başlamıştık, bana işinin inceliklerini anlatmıştı. bu hikaye incelikle paket yapan bir kadının yolculuğu hakkındadır. kahramanımız bu yola neden çıkmıştır? bu yola neden çıkılır ki, sıcacık ev bırakılıp şu soğuk kış gününde.. belki de biraz ısınmak için.. önümdeki, beyaz saçları başörtüsünden çıkmış tonton teyze sanki ısınmak için yolculuk ediyor gibi, yüzündeki tebessüm öyle diyor, anıların sıcağına gidiyor belki, şimdinin soğuğundan, yalnızlığından. bu yolcuların envai çeşit hikayesi olabilir, çevreme bakıp hikaye uydurma oyunu oynuyorum. yanımda oturan ve camdan dışarı donuk gözlerle bakan kadın belki geçmişinden bir şeye kırgındır, belki hesaplaşmaya gidiyordur. arkamda oturan ve tam ben uykuya dalacakken "hey gidi hey" diyerek konuşmaya başlayan şu davudi sesli adam, birşeyleri özlüyordur. paralelimde, elinde çakısıyla bir ahşabı sinirli sinirli oyan delikanlı herhalde öfkesine yolculuk ediyor, kimse onu öfkelendiren karşısına çıkmasa iyi olur.. belki de affeder.. kim bilir... uzun yollardan geliyor... çünkü bazen de sadece affetmek için yola çıkılır. arkada kusan kadın var ya belki kustuğu kinidir, afedersiniz biraz kötü kokuyor, sanki içerde çok beklemiş. neyse bu mola iyi oldu işte, hava alacağız. bu mola paketçi kadınla sohbet etmeye başladığımız mola.
meğer o da merak ediyormuş bu insanlar acaba niye yolcu diye. sonra anlatmaya başlıyor, geçmişe bir delil aramaya gidiyormuş. bir kırık gençlik hikayesi semtindeymiş aradığı delil.
bulunca ne yapacaksın diye sordum, "paketleyeceğim" dedi. zihni ancak paketleyince rahat bir nefes alabiliyormuş. her anı grubunu ayrı bir renk ve desenli kapla paketliyormuş. en sevdiği kabı yanına almış bu yolculuk için, çıkarıp gösterdi, hakkaten de çok güzeldi. inşallah aradığın delili bulursun dedim ve başladım kendi yolculuk hikayemi anlatmaya...
size de anlatacağım sandınız ha? pışşık :P o başka bir hikayenin konusu. bu hikaye incelikle paket yapan bir kadının delil arama yolculuğunun hikayesidir.

Friday, January 09, 2009

II. geleneksel inşirahlı aşure günleri



bugün, birincisini 2007 senesi muharrem'inde gerçekleştirdiğimiz inşirahlı aşure günümüzü artık gelenekselleştirdiğimizi ilan etmenin sevinçli gururunu yaşıyoruz. şak şak şak şak. bazılarınız alkışlarken, bazılarınızın da aşure zaten yeterince geleneksel bir tatlı dediğini duyar gibi oluyorum. duymamış oliyim :)

Thursday, January 08, 2009

acaba diyorum

aslında dikkatle bakıldığında bunun sağlam ve yaygın gerçek bir zenginlik olduğunu anlarsın; öyle ki benim anlatacak tek bir öyküm olsaydı, bütün gürültüyü bu öykünün etrafında koparırdım, ona tam değerini verebilmek için çabalardım, ama biriktirdiğim sınırsız anlatı malzemem olduğu için bunları telaşsızca ve umursamazca ele alabilirim; hatta bu işten biraz sıkıldığımı yansıtabilir, ikincil dereceden olaylarla lafı uzatıp anlamsız ayrıntılara girme lüksünü kendime tanıyabilirim.

bir kış gecesi eğer bir yolcu/ italo calvino

nehir roman

ey uhnem, uhnem'e başladım ve okurken pek çok geriye dönüşle karşılaştım. dünya nöbetine, aydınlanma değil merhamete, schrödinger'in kedisine vs.. ayşe bana sen bir roman yazsan nehir olur demişti. aaah aah, derdimi dağlara söylesem dağlar çatlar, kitaplara yazsam nehir olur. ben nehirleri severim. akışı severim. ama ben nehremem çünkü okumaktan başka bir de oynarım roman. ama yazamam öyle uzun. fekat sevmediğimden değil, beceremediğimden. entleri severim mesela. hadi sevgili okur alev alatlı için gidiyorsun da gerilere, ilmeğin gerilerine benim için de git ve hatırla sık sık atıflarda bulunduğum şu ent sözünü: "bizim lisanımızda bir şey söylemek çok uzun zaman alır, çünkü o kadar uzun zamanda söylemeye ve dinlemeye değmezse biz hiçbirşey söylemeyiz."
bu arada ey uhnem uhnem'i okurken ve referanslarla gerilere giderken aklıma saçma bir düşünce geldi ve kaç sayfa alatlı okumuşumdur diye düşününce 4000 sayfa olduğunu fark ettim, uhnemsiz :) bu biraz görmemişçe olabilirse de hoşuma gitti evet.

gitmek benim marlon ve brandom

gitmek benim marlon ve brandom'u seyrettim bugün. çok gerçekti. savaşı hissettim, savaşın ortasında bir sevgilinin varlığını hissettim, bundan dolayı duyulan sıkıntıyı. hakkaten iyi oynamış kadın oyuncu, ben de jüri olsam ben de verirdim ödülü. bir de helal olsun dedim ayça'ya, sonra döndüm de içime...

Wednesday, January 07, 2009

tatil güncesi

çok şaşırarak söylüyorum ki sevgili okur, çalışmayı özledim.

kaç gündür yorgan altında okuyarak ve film izleyerek, sıkıldığımda yorgan altından çıkıp biraz çay içip sohbet ederek vaktimi geçiriyorum. dinlenmeye doydum... uykuya doydum çok şükür.

ve bugün sanki kış uykusundan uyanmış bir ayıcık gibiyim, hava da bahara uyanmış havacık gibi sanki bugün.

kendimi sokaklara atacağım, aylin ve hacerle buluşacağım. capitol diyeceğim hacer'e, kadıköy anlayacak. capitol'deyken arayacağım, "sinema katındayım" diyecek, aylin'le beraber sinema katına çıkacağız hacer'in gönlü olsun da gelsin diye bekleyeceğiz, sonra hacer gelmeyince "yoksaa" diyeceğim, tekrar arayacağım ve hacer'in nautilus'un sinema katında beklediğini öğreneceğim.sonra hadi kalk git nautilus'a, çünkü hacer bugün niyetli, biz de niyetliye hürmetliyiz, iyi niyetliyiz. onların ikisini filme bırakacağım, bırakmadan evvel sinema danışmanım enes'i arayacağım çünkü bilmiyoruz ki transporter nasıl filmdir, enes diyeceğim transporter nasıl filmdir, fırsattan istifade aylin'le hacer'in rafine olmayan sinema zevkinden bahsedeceğim :P neyse ben sıkıldım nautilustan arkadaşlarla karşılaşma kısmını atlayıp ordan bir taksiye atlayıp vapura sonra nişantaşına, sanat terapisi yaşantı grubuna gideceğim. yaşayacağım tabii gitmişken.

sonra dönüş yolunda minibüste bir kavga çıkmasın mı, bir minibüste birbiriyle alakasız tam dört sarhoş (bildiğimiz kadarı ile) ve bir adet de manyak çıkınca bunların biri yanıma ikisi hemen arkama oturunca sarhoş kız, a.q diye ünleyen sarhoş oğlanı gözyaşartıcı spreyle tehdit edince korktum biraz, "sen nasıl konuşuyorsun bir bayanla" diyen diğer sarhoşa (sanırım minibüste ayık olan şoför ve ben varım tek, umuyorum şoför ayıktır :) ) cevaben ünleyen oğlan "ne bayanı ya şundaki çeneye baksana" (kadın hakkaten hiiç susmadan konuşabiliyor ve kelimeler de kayıyor bu esnada) diyince sırıtıyordum salak salak, komik de bişey oldu, spreyli sarhoş manyak kadın " çocuğa dedi ki oolum sen kafadan kontaksın, senin bir psikoloğa görünmen lazım" o esnada psikolog sırıtıyor yanında ve sırıttığı gözükmesin diye dışarı bakıyor havalarında, çünkü bu kız bütün minibüse öfkeli, herkese sataşıyor aman neme lazım.. sonra aklıma ç. geliyor, " ne var canım, ben hep bu saatte (22.00) dönüyorum eğitimden, hiç de bişey olmuyor" diyişim.. bazen de oluyormuş..

ve de bugün öğrendim ki, hacer filmden çıktıktan sonra mehmet'le buluşmak için sözleşmiş, kadıköy'de diye, mehmet de elbette ki hacer'i capitol'de beklemiş. sayın hacer k. sayın hacer k. capitol'de bekleniyorsunuz. aklıma şimdi duysal geldi bu kadar absürdlük üstüne.

not: sanatçı bu eserinde üslubunu zaman kaymaları üzerine kurmuş ve zamanın göreceliliğine atıfta bulunmuş olabilir, neden olmasın? ya da yazının kendini sokaklara atma kısmından sonrası bir gün sonra yazılmıştır, yazar kendini belki aceleyle sokaklara atınca yazıya ancak ertesi gün devam edebilmiştir, bu da mümkün evet.