Tuesday, December 10, 2013

kardeşlik üzerine


otoriteyle ilişkim hep sorunluydu diyen biri vardı,



bir gün otorite olduğunda ne demek istediğini anladım. 

otorite yerine bundan sonra iktidar diyeceğim, iktidar konusu bana kardeşlikle ilgili bir konu gibi geliyor hep. iktidar meselesi ne kadar politik, yetişkin, rasyonel bir konu gibi çınlıyorsa kardeşlik de o kadar naif bir konu gibi çınlıyor kulağa. naif olanı nasıl sevdiğimi daha sonra anlatacağım o da iktidarla alakalı aslında. 

havarilerini yaratamamış isa'nın yeri tarih değil, tımarhanedir ya* , güçlü değil miymişiz kardeşlerim?  daha çocukken şu soruyu sorduğumu hatırlıyorum, "ona bu gücü veren biziz, niye veriyoruz ki?" kimle ilgili düşündüğümü inanın hatırlamıyorum ama babam değildi eminim.. 




gücünü, gücünün meşruiyetini hiç sorgulamadığım -sorgulamama gerek kalmayan-  adaletini sevdiğim ve adaletiyle kardeşlerimi sevmeyi öğreten, güç ve kardeşliği aynı anda sevdirebilen rahmetli babam.. Allah cennetinde kavuştursun bizi. 

otoriteyle ilişkim hep sorunluydu diyen birinin otorite olduğuna şahit oldum sonradan, gücü karşısındaki kardeşlerle kedinin fareyle oynadığı gibi oynadığını gördüm. kardeşler gücü severler, severiz yani. başımız okşansın severiz, takdir edilelim hatta inceden kayrılalım. azıcık vicdanlıysak kayrılmanın da inceden olanını isteriz tabii. bazı kardeşlerse aşık olur iktidara, yazık olur onlara. 

bir baba adaletiyle kardeş sevgisi yaratabilir veya zalimliğiyle de. istikrarlı bir zalim karşısında da kardeşler birbirlerine sığınır, kardeş olurlar. sleepers filmi geldi aklıma şimdi. bir ıslahevindeki çocukların kardeşlik hikayesi. yatılı okullardan, askeri okullardan, dini eğitim veren okullardan güzel kardeşlikler yeşerir böyle, aşırı güçlü otoriteler gübreler. 


*Cemil Meriç 




Friday, October 25, 2013

harbi uçan evler




Laurant Chehere'nin photoshop marifetiyle uçan evlerini görünce, süper bir derviş bana Peter Garfield'in harbi uçan evlerini gösterdi, bayaa bildiğiniz havaya uçan evler.. iş makineleri, vinçler filan aracılığıyla.

ne manyak insanlar var di mi? :) 

ne manyakmış bakın: harbiuçanevler









bugünki uçan ev gezintinizde size superdervish'in seçimi şu şarkı eşlik etsin o zaman:

Thursday, October 24, 2013

uçan evler


Fransız fotoğrafçı  Laurant Chehere'nin  Howl's Castle ve  The Red Balloon filmlerinden ilhamla

uçurduğu evleri, "flying houses" fotoğraf serisini, şurdan görebilirsiniz: flying houses 

Çok eğlenceli bir iş olmuş bence :)

fotoğraflara bakarken de Beirut'tan The Flying Club Cup'ı dinleyebilirsiniz:

Wednesday, October 23, 2013

eksik bir şey mi var hayatında?










Gustavo Germano'nun absences isimli fotoğraf serisi, bir fotoğraf sahnesinin zaman içinde aynı mekanda, fakat bu defa eksikli olarak yeniden canlandırılması üzerine kurulu. Eksilenler politik şiddet mağdurları. 

Germano'nun fotoğraflarına şurdan bakarken ; http://www.gustavogermano.com/ bir yandan da opeth'den dinleyebilirsiniz "for absent friends"i.



kuyu

İşte kuyunun başındayım, aşağı bağırıyorum, sesim geri geliyor. Kendi sesimi duyuyorum. 
Elimdeki kovayı aşağı sarkıtıyorum, duvarlara çarpıyor, çarpıyor, çarpıyor. Duvara çarpan teneke tıkırtısı. 
Sonra tıkırtısızlık. Kurumamış kuyunun suyu, kurumasın huyu. 

"kuyulardır, derindir, içinde adam vardır 
yusuf bile düşmüştür, aleyhisselam" 


"çölü güzel yapandedi küçük prens, "bir yerlerde bir kuyuyu gizliyor olması..." 


Thursday, October 17, 2013

göz mü kulak







archan nair, 31 yaşında hintli görsel sanatçı. renkleri kullanışını ve figürlerin iç içeliğini çok seviyorum.

neler yapmış şurdan görülebilir :
http://archann.net/











eserlere bakarken fonda regina spektor, fidelity'i dinlemeyin, çünkü şarkının klibi de güzel ve renkli, onu da izleyin :)

göz kulak





raquel aparicio, 29 yaşında, ispanyol illüstratör, yaptığı işlerin nerdeyse tümünü çok sevdim, şurdan görebilirsiniz:



http://www.raquelissima.com/









resimlere bakarken patrick watson'ın lighthouse'u da fonda çalabilir mesela:




Monday, September 09, 2013

sweet shavval

şevval ayının ilk sabahı rüyamda babamı gördüm, iki ay sonra ilk defa, biraz da olsa hasret dindirdi rüya. sonrası hep rüyalardı, rüyalar rüyalar.
aldığım ilk hediyeyi şükürlerle kabul ettim, sonra seslerin dönüştürücü gücüne şahit oldum. aldım ve kabul ettim.
bir ağaç altında uzanmışken bir tıpa açıldı ve bir sürü kanallar, aldım, kabul ettim, sevdim. hani kolyelerde saklanan resimler vardır, öylece yanımda taşıyacağım bir resim, sıcacık bir anı edindim, aldım, kabul ettim, sevdim.
çok, pek çok duygular ve de...
sonra son gününde şevvalin yeni bir psikosomatik alamet edindim. bazı zamanlar alnımda, bazı zamanlar midemde, bazı zamanlar kalbimde beliren hislere, burnumun direğindeki sızı katılmış oldu. babamın mali müşavirlik ruhsatı ve mührünü, odaya teslime gittiğimde, görevlinin bu belgelere iliştirdiği ölüm belgesi fotokopisini gördüğümde, bir kere daha vedalaşıyormuşum gibi hissedince sevgili babamla.. ve şimdi yazarken yeniden sızı burnumda.. o gün  dönüşte saatlerce yürüdüm, şevval gibi bir yürüyüş oldu. bazı anlarında içim pır pır ne kadar mutluyum diye düşünürken, bazı anlarında güneş gözlüğümü gözüme indirip ağlaya ağlaya, burnumdaki sızıyla, çok pek çok duygularla.. getirdiği herşeyi sevdim şevvalin..




Wednesday, August 14, 2013

Görünmez Kentler



Kentler ve anı 3

Yüksek burçlarıyla Zaira'yı boşuna anlatmaya çalışacağım sa­na gönlüyüce Kubilay. Merdivenli yolların kaç basamaktan oluş­tuğundan, kemer kavislerinin açı derinliğinden, çatıların hangi kurşun levhalarla kaplandığmdan söz edebilirim sana; ama şim­diden biliyorum, hiçbir şey söylememiş olacağım sonunda. Zira bir kenti kent yapan şey bunlar değil, kapladığı alanın ölçüleri ile geçmişinde olup bitenler arasındaki ilişkidir: bir sokak lambasının yerden yükseldiği ve orada idam edilen zorbanın sallanan ayakla­ rı ile yer arasındaki uzaklıktır; o lambadan karşı parmaklığa geri­ len ip ve kraliçenin düğün alayının geçeceği güzergâhı donatan süslemelerdir; parmaklığın yüksekliği ve şafakta onun üzerinden atlayıp kaçan gizli sevgilinin sıçrayışıdır; bir saçağın eğimi ve aynı pencereye süzülen bir kedinin o saçak üzerinde kayarcasına yürü­ yüşüdür; burnun arkasından birden çıkıveren harp gemisinin toplarıyla çizdiği siluet ve saçağı yok eden bombadır; balık ağlarındaki yırtıklar ve ağlarını yamamak üzere iskeleye oturmuş, kraliçenin gayri meşru oğlu olduğu ve kundağıyla, oraya, iskele­ ye bırakıldığı rivayet edilen zorbanın harp gemisinin hikâyesini yüzüncü kez birbirlerine anlatan o üç yaşlı adamdır

Kentler ve arzu 4

Gri taşlı metropol Fedora'nın merkezinde, her odasında cam bir küre bulunan büyük, metal bir bina var. Her kürenin içine bakıldığında başka bir Fedora'nın modeli olan mavi bir kent gözüküyor. Şu ya da bu nedenle bugün gördüğümüz du­ rumuna gelmeseydi, kentin hangi biçimleri alabileceğini göste­riyor bu modeller. Her dönemde, biri, bir zamanlar olduğu biçimiyle Fedora'ya bakarak, ondan ideal bir kent yaratmanın yollarını düşlemişti, ancak kurmaya kalktığı minyatür modeli henüz tamamlayamadan Fedora eski Fedora olmaktan çıkmıştı bile ve düne kadar kentin gelecekte olabileceği şey artık cam bir kürede bir oyuncaktı sadece.

II
 Bir kente girer Marco; bir meydanda, birinin, geçmişte kendisi­nin olabilecek bir yaşamı ya da bir ânı yaşadığını görür; çok zaman önce, zamanın içinde durmuş olsaydı, ya da çok zaman önce, bir yol sapağında, saptığı yola değil de onun tam karşısındakine sapsaydı ve uzun zaman dolaştıktan sonra dönüp o meydandaki o adamın yerinde durmuş olsaydı, orada, o meydanda o adam değil, kendisi olabilirdi şimdi. Marco, bu gerçek ya da kuramsal geçmişinin dışındadır artık; duramaz; kendisini bir başka geçmişinin, ya da bir olasılık, geçmişte onun olası bir geleceği olmuş ve şu anda bir başkasının şimdisi olan bir şeyin beklediği bir başka kente kadar devam etmelidir yoluna. Ya­şanmamış gelecekler geçmişin dallarıdır yalnızca: kuru dalları.

VI
"...insan oradan yola çıkar, doğu ve kuzeydoğu rüzgârları ara­sında üç gün at koşturur..." diye yeniden anlatmaya başlıyor, bir sü­rü diyarın adını, görenek ve mallarını sıralıyordu Marco. Dağarcığı tükenecek gibi değildi ama bu kez pes eden o oldu. Şafak sökmüştü ki: "Efendimiz, bildiğim kentlerin hepsini anlattım sana," dedi.  Hiç sözünü etmediğin bir kent kaldı."
 Marco Polo başım eğdi.
 "Venedik," dedi Han. Marco gülümsedi. "Bunca zaman ne anlattım sanıyorsun ki sana?" İmparator istifini bozmadı: "Hiç duymadım oysa adını andığını." Ve Polo: "Ne zaman bir kent anlatsam Venedik'le ilgili birşeyler söylüyorum."


Italo Calvino

Thursday, July 18, 2013

rifat bey kimdir?

54 yılının mayıs ayında, bayburtta doğdu. ailenin iki abla, bir abiden sonraki dördüncü çocuğuydu, takip eden yıllarda iki erkek kardeşi daha oldu. annesi ev hanımı, babası muhasebeciydi, severek evlenmişlerdi, babasının annesine "mecnunum leylamı gördüm" türküsünü söylediği anne babasıyla ilgili anlatılan hikayelerdendi. çok erken yaşlardan itibaren babasının yazıhanesindeki muhasebe işlerinde çalışmaya başladı, gündüz okula gitti, akşamları defter yazdı, çok güzel bir yazısı vardı. üniversiteyi erzincan meslek yüksek okulunda öğretmenlik bölümünde okudu, bir yıl öğretmen olarak çalıştıktan sonra yok bu iş bana göre değilmiş diyip babasıyla beraber muhasebe işlerine devam etti. dspli babasının ülkücü oğlu oldu, dönemin siyasi geriliminden ufak tefek nasibini aldı. 80 yılının aralık ayında annesinin görüp oğluna beğendiği güzel bir hanımefendiyle evlendi.  eşinin babası tüccar, annesi ev hanımıydı, ailenin sekizinci ve en küçük çocuğuydu, kendisinden büyük altı abisi, bir ablası vardı. evliliklerinden bir yıl sonra, bir ekim sabahında dünya tatlısı bir kızları oldu :) artık hem kendisi hem refikası için uykusuz geceler başlamıştı, tatlı matlıydı ama bu çocuk geceleri uyutmuyordu. büyüdükçe babasına düşkünlüğü belirginleşen bu küçük hanım, babası iş seyahatlerine gittiğinde hastalanıyor, döndüğünde bir anda iyileşiveriyordu. üç yıl sonra bir ağustos sabahında bir kız çocukları daha oldu, o da tatlıydı ama ilk çocuklarının yeri başkaydı tabii :P neyse ki bu defa daha iyi bir iş çıkarmışlardı, bu çocuk geceleri uyuyordu, uyuyup büyüyordu. böylece seneler geçti. 89 yılının baharında aile istanbul'a taşınma kararı aldı. burda celile hanım'ın bostancı'da oturan annesine yakın olmak  maksadıyla idealtepe'ye yerleştiler. istanbul'daki ilk yıllarında çocukları şehre alışsın, yabancılık yaşamasın diye her haftasonu parklarda, oyun salonlarında (o yıllarda böyle bişey vardı) idiler. çocuklar hayatlarından epey memnundu aslında, yazları kuzenlerle beraber pazar piknikleri de ailenin ritüelleri arasına girmişti. rifat bey, çocuklarının derslerine, bilhassa da matematik derslerine yardım ederdi. önce ilkokulda matematik derslerinde sonra hayatlarının geri kalanında problem çözme becerilerini geliştirdi. 90 yılının aralık ayında bir kız evladı daha oldu. yedi yılın üstüne gelen bu bebeğe de ayrı bir düşkündü.

aynı yılın haziran ayında, o kışı yanlarında geçiren babasını bayburt'a götürdü, ailece çıktıkları yolculuğun dönüşünde gebze yakınlarında ciddi bir trafik kazası geçirdiler, ama yol boyunca ettiği duaların hikmeti ve himmeti mi nedir ucuz atlattılar, arabalarının hemen arkalarındaki araçtan bir tanıdığı çıktı, yardım etti, el attı, evlerine döndüler.  büyük kızı ilk defa babasının kanını o zaman gördü. günler günleri kovaladı, ağustos ayında bir pazar günü yine pikniğe gittiler, dönüşte paşabahçe'nin eylemi varmış, beykozda kapalı yollarda saatlerce trafikte kaldıktan sonra bir hayli geç bir vakitte eve varınca, kapıda bekleyen ablasından acı haberi aldılar, çok sevdiği babasının vefat haberini.

ertesi yıl, maltepe'deki evlerine taşındılar, büyük kızları ortaokula başladı ve böylece kendisinin de servisçilik macerası başlamış oldu. kızını ve arkadaşlarını gittikleri yerlerden alıp, evlerine bırakma işini hevesle üzerine aldı. hazırlık sınıfındayken kızı temizlik kolu oldu.. bu niye önemli peki? bu sayede kızına her ay nöbet listesi hazırlamasında, çıktı almasında yardım etti, bütün sınıf listesini, nerdeyse numaralarıyla beraber ezberledi, kızının arkadaşlarını hep isimleri soyadlarıyla bildi. aynı rifat bey, üniversitede daktilosu iyi diye kendisine verilen bir metni daktilo ettiği için emniyete çağrılmış, bunu sen mi yazdın diye soran polislere neymiş ki bu demişti, meğer sol bir örgütün bildirisiymiş, ülkücü rifat dikkatini nasıl bölerek yazdıysa ne yazdığını fark etmemiş. evet, rifat beyin efsanevi dikkati ayrı bir konu, ama kızının sınıf arkadaşlarını isim soyisim öğrenmiş olması kızını hep mutlu etti. bu böylece devam etti, üç kızının da arkadaşlarını, arkadaşların kişisel özelliklerini vs. hep bildi, kızlarıyla hep sohbet etti. bir gün dersten kaçan ama bunu da içine sindiremeyen büyük kızı okuldaki ankesörlü telefondan babasını aradı,  baba ben dersten kaçtım diye haber veren kızı, e kızım napayım artık kaçmışsın cevabını aldı, o ki sende akıl yok diye eklemiş de olabilir  babası :)

böylece yıllar yılar geçti, çocuklarının lise üniversite mezuniyetlerini, ortanca kızının mürüvetini gördü.
bir damadı değil de bir oğlu olmuştu. onu da kızlarını dinlediği gibi dinledi, hep destekledi, güven verdi, cesaretlendirdi. sonra 2010 yılının kasım ayında ufacık tefecik bir can torun dünyaya geldi. dedesini çok sevdi, dedesi ona bayıldı.

2006 yılının ocak ayında eşi, büyük kızı ve halasıyla beraber kutsal topraklara hacc vazifesi için gitti, medine'ye aşık oldu. tavafta, sayda, arafatta, şeytan taşlamada, büyük kızının hayatının en güzel günlerinde hep yanında oldu. döndükten sonra medine'de yaşama planları yapmaya başladı, gerçekleştiremediyse de tekrar tekrar umreye gitmek nasip oldu. bir seferinde çok sevgili abisiyle beraberdiler, sonra abisi o hevesle hacc'a da gitti.  2008 haziranında bu defa küçük kızlarını da yanlarına alarak umre'ye gittiler. 2013 yılının nisan ayında celile hanım, arkadaşlarıyla beraber umre planı yaparken heves eden büyük kızı, babamsız da nasıl olur ki diye düşünüp (düşkünlüğü çokmuş)  vazgeçeyazdı, zaten sonra bu plan da gerçekleşemedi.

2013 yılının haziranının ilk günü ortanca kızının arkadaşı ahmet'in düğününe katıldı. rifat bey, babasıyla ilgili buruk meseleleri olan ahmet'e de bir nevi babalık etmişti, o gün mürüvvetini de görünce çok sevindi, gelini evinden almaya ailece gittiler. düğün akşamı zevcesi celile hanım ile beraber fotoğraf çektirdi. düğün esnasında kulaklığın hep kulağında olduğunu gören celile hanım (kendisine muhabbetle cellosu mellosu derdi) ne dinlediğini sorunca kulaklığının tekini uzatıp dinletmiş, celile hanım orda biz düğünde eğlencedeyken o kuran dinliyordu diye duygulanarak anlatır. ahmet'in düğünü için istanbul'a gelen küçük kızı, haziran'ın dördüncü günü tekrar yunanistan'a dönmek için hazırlandı.  istanbul o günlerde gezi gerginliğindeydi, yollar bir açılıp bir kapanıyordu, baba beni otogara bırakır mısın diye rica edince, yine kızını kırmadı, evladını ve bir önceki akşam evlerinde misafir olan küçük ablasını o sabah otogara bıraktı. beş haziran akşamı mirac kandilini büyük kızıyla beraber dua ederek ifa etti. yunanistan dedeağaç'a dönen küçük kızı babasına bitirme tezini o akşam gönderdi. bilgisayar başında birşeylerle uğraşan babasına naaptığını sorduğunda aldığı cevap büyük kızını gülümsetti, popülasyon genetiğiyle ilgili tezi google translate'den çevirip anlamaya çalışıyormuş :) büyük kızı tezin başındaki teşekkür metnini babası için çevirdi, kendisine de teşekkür edildiğini gören rifat bey duygulandı. bunun için kızına whatsapptan teşekkür mesajı attı, biraz sohbet ettiler, uyudu. sabah yeni yaptırdıkları mutfaklarında cellosu mellosu ve büyük kızıyla kahvaltı etti. kahvaltı sonrası fenalaştı. yanında eşi ve büyük kızı vardı, büyük kızının kelime-i tevhidlerine elleriyle kızının dizine dokunup eşlik ederek emaneti teslim etti.

sıkıntılı zamanlarında gelip alnına dokunan ve sanki bütün derdini sıkıntısını alnından eliyle çekiyormuş gibi hissettiren babası, onunla yine elleri aracılığıyla son kez konuşmuştu, büyük kızı böyle hissetti.

kurtköy'e defnedildi, hayattayken kur'an-ı kerim'le olan meşguliyetinden, daha da çok Allah'ın lütfundan çok dualar edildi, hatimler indirildi. ailesi bununla avundu, hep özledi, özlüyor.





Friday, June 21, 2013

onbeş gün önce

merhaba, benim onbeş gün önce babam vefat etti.
iki gündür banka banka dolaşıp bunu söylüyorum, varsa bir hesabı kapasınlar diye.
öyle işte sevgili okur, onbeş gün önce.

belki burda ilerleyen günlerde "babamın hikayeleri" diye bir başlık olur da orda biraz sana babamı anlatırım, ne kadar çok severdim, severdik, anlatırım.

belki burda ilerleyen günlerde "ölüm ile hayat" diye bir başlık olur da nasıl da iç içelermiş, nasıl da içindeyiz ölümün ve belki öldüğümüzde de hayatın, onu anlatırım. benim diyiverdiğimiz her bir eşyanın, mahremiyetimize dair her bir detayın, her bişeyin nasıl da bir anda.. cenazeye katılan bir arkadaşımın bana dediğini anlatırım "arkadaşının babasını omzumda taşıyor olmak ne garip diye düşündüm" . gariplik işte.

içimden hep babamın hikayeleri geçerken, dualara sarılı bir şekilde, ya da ölüm ile hayatın içiçeliğine dair düşünceler geçerken yine dualar içinde, dışımda akan şeyleri anlatırım. taksim'i, gezi'yi, biber gazlarını, hükümeti. herkes öyle politize olmuştu ki şu yirmi günde, taziye ziyaretleri bir yerden sonra değiyordu gündeme. açıkçası işime geldi benim bu.. arkadaşlarımla konuşmak istiyordum.. ne hakkında olursa.. kendi içimde dönenleri o sırada öylece anlatamazdım, daha hafif gündelik şeyler konuşamazdım, aklıma gelmiyordu yani :) herkes zaten gündemle doluydu, gündem zaten dopdoluydu. bana da içimi dökmeden konuşabileceğim hazır bir konu, bir çeşit iletişim köprüsü oluverdi gezi.
içimi dökmeyeyim, içim dökülmesin.

Friday, May 24, 2013

herkes öldürmesin diye sevdiğini


"gerçi adım elisa day ama" diyemedim ya la.. dememek için

ölmeden önce yapılacak şeyler listesi:
1. isminize (mananıza) sahip çıkmak.
2. isminizi (mananızı) seven biriyle beraber olmak.

Bir de çift terapisinin guruları Gottmanların geliştirdiği şöyle bir model var :






















bence herkes öldürmeyebilir sevdiğini.

müteveffa elisa'nın ibretlik öyküsü


şarkının sözleri için (bkz: ekşi sözlüklü galip çevirmiş)

bugün size bir aşk ve cinayet öyküsü anlatacağım, oscar wilde'a göre bütün aşk öyküleri cinayet öyküsü aslında ya..

iltifatlar, hayaller, aşk meşk, sonra da işte o hazin son. ama öykü şöyle başlıyor; "yaban gülü derlerdi bana, gerçi adım elisa day ama" sonra hep tekrar tekrar bunu söylüyor "yaban gülü derlerdi bana, gerçi adım elisa day ama"

bazen kadın veya erkek elisa day'ler görüyorum, yaban gülü denilen ve aramızda gezinen ama biraz ölü. çünkü birinden ismini çalmak, öldürmek olabilir belki, manasını çalmak gibi. cinayet böylece başlar sanki, her gün suyuna bir damla zehir gibi, eksilterek kudretinden, manasından, kaderinden. (bkz:kader kısmet conatus )

sonsuza dek sevilesi olmasak da olur ama yaşayalım değil mi? ( bkz: badem gözlü güzel ) 





Tuesday, May 07, 2013

listeleri severim ve

susan sontag'ın listelerini okumayı seviyorum, şurda da sontag'ın listeleri ile ilgil bir yazı var:
http://www.notosoloji.com/promotion/susan-sontaga-gore-listeler-nicin-degerlidir/

okumak ilham verdi bana, hemen sevdiğim şeylerin listesini yaptım :)

sevdiğim şeyler: kağıt-kalem-kırtasiye malzemeleri, peynir-özellikle sıcak peynir, kuş desenleri- tavuskuşu desenleri- balık desenleri, minyatürler, yaz akşamları, yaz geceleri, ikindi güneşi, sabah saatleri, sarı sokak lambaları ve yağmur yağdığında ıslanan sokaklara vuran yansımaları, yansımalar- yansıma fotoğrafları, çimen kokusu, deniz kokusu, uzun yolculuklarda camdan dışarıyı izlemek, istasyonlar, sokak sanatı, moda, galata, idealtepe, leylak kokusu, ıhlamur kokusu, hanımeli kokusu, geniş düzlükler, filmlerde müziğin iyi kullanımı, mekanlarda ışıklandırmanın güzel kullanımı, müzeler-sanat galerileri, ilkbahar-yaz-sonbahar (üşümeyi sevmiyorum), çini mürekkebi, mürekkeple yapılan resim, ejderhalar, fantastik hikayeler, çocuklarla oyun oynamak, hafıza ile ilgili hikayeler, inançla ilgili hikayeler, köklülük ve köklerle ilgili hikayeler, şaşırmak, güzel gülen insanlar, güzel gülen adamlar :) coşkulu müzikler, coşku, hayal kurmak, başkalarının hayallerini dinlemek, beraber hayal kurmak, yola revan olmak, revan olmak, yolda olma hissi, sözsüz alanlar, şifon-ipek bluzlar-elbiseler, kalem etekler-ellilerin kıyafetleri, suluboya, illüstrasyon, bütün bademli bitter çikolata, nezaket, dans etmek, dua etmek, anlamlar düşünmek-uydurmak-derin anlamlar yüklemek (saçma ama seviyorum napiyim), metaforlar, tanımadığım bir şehri yalnız başıma gezmek-keşfetmek, eve dönmek, ev, sevdiğim insanların birbirini sevmesi, bazı arkadaşlarımın başka bazı arkadaşlarımdan çok başka olması :) bayram, seyranda toplanan büyük akraba meclisleri (bayram, seyran kafi evet), rüya görmek, mesleki eğitimler- bol uygulamalı-farkındalıklı-uyanışlı olanları, hikaye örmek, hikayeleri geriye doğru yeniden örmek, başkalarının hikayelerini dinlemek, papatyalar, erengüller, limonlu su, katmanlar, katmanlılık (edebiyat-sinema-resimde), pür sinema, pür edebiyat, renkler, şaşırmak.


sevmediğim şeyleri yazmıyciim.

Monday, April 29, 2013

sahiplenmek vs..

perşembe akşamı 'bağlanma'nın konuşulduğu bir oturuma katıldım. çoğu psikolog olan katılımcılardan biri, "alışmak" dedi, biri "sahiplenmek".. başka başka bir sürü şey dendi de, konumuz sahiplenmek..

sahibi olmamak hiç bir şeyin,
aidi olmamak hiç bir yerin,
mastarları sevmek sevdiğim..

demişim ikibinikide, fiil zamanla bağlanmıyor diye seviyormuşum mastarları.  işte sahiplenmek benim için böyle bir mesele..

biri için dua edeceksem, mesela kardeşim için, "leylacığım" diyesim geliyor da dilimin ucuna, "leyla kuluna" diye düzeltiyorum, hiç olmazsa dilde konsun birşeyler yerli yerine diye..

cuma günü "sosyal bilimlerde eleştirel duruş" sempozyumuna gittim, çok besleyici bir sürü konuşma oldu.. bir ara konuşmacılardan biri dedi ki, "artık insanlar birbirleriyle candan dostluk edemiyorlar, kimse kimsenin kusurunu, hatasını söyleyemiyor, kimsede bunu duymaya karşı bir tahammül de yok.. "

bu benim bir kusurumdur, söylemem kimseye "kusurlu" davranışını, eğer kusur bana karşı değilse :)  yanlışın doğrunun zaman ile anlaşıldığını düşündüğümden biraz.. belki bundan bir öğreneceği vardır, belki de benim öğreneceğim vardır diye.. söyleyerek deneyimin saflığını bozmayayım diye.. (deneyimin saflığı diye bişiye inanıyormuşum, biraz saçma geldi şimdi bu ) fekat mesela, mesele "büyükse" kardeşlerime ve "çok büyükse" bir iki yakın arkadaşıma söyleyebilirim..  acaba bu bir sahiplenememe sorunu mu diye düşünüyordum... şimdi acaba başka anlamları da var mı diye düşünüyorum..

bir  de mesela bir işin sahiplenilmesi var, sahiplenemeyince sanki kenarından tutmuşssun gibi oluyor, olmuyor öyle, elinden kayıyor...  hadi bir daha düşün diyorum sahiplenmeyi.. elimden kaymasın yaptığım iş, kucaklayayım..

bir daha düşününce,  emanete sahip çıkmak tabiri geliyor aklıma.. çünkü sahiplenmek istemememin altında yatan tasavvur, bana herşeyin birer emanet olduğunu söylüyor.. emanet sahiplenilmez ama emanete sahip çıkılır, hatta daha bir üzerine titrenilir, çünkü canı tezdir.

hıym, şimdi şurdan şuraya vardım ya bu yazı içinde, belki konuşarak da varılır bir yerden bir yere.. belki zaman ile anlaşılır dediğim ve bunun için beklettiğim konuşmalar da yeşertir bir şeyler, yeni anlamlar.. hem zaten deneyimin saflığı diye bişiye inanmak da azıcık saflıkmış sanki :)

böyle bişeyler işte..

Tuesday, March 26, 2013

bazı ejderhalar

                                                                                                             

ilk kez bir ejderha ile altı yaşındayken tanıştım, babannemin anlattığı hikayenin kahramanıydı.. iyi de bir rolü yoktu bu hikayede ama niyeyse sevmiştim bu yaratığı.






bayburt'un nişantaşı köyünü basıp, sonra zavallı bir kadının duasıyla oracıkta taş kesen ejderhanın fotoğrafı.

sonrasında galiba yedi-sekiz yaşlarındaydım, susam sokağının şu bölümüyle ejderhaları bir kere daha sevdim. niye sevdiğimle ilgili bir fikrim yok hala...



 kral arthur-merlin hikayesinin ejderhasıyla tanıştığımda ise 9-10 yaşlarındaydım, bu defaki ejderha  bilgeydi üstelik, gönül rahatlığıyla sevebilirdim. sonrasında bir sürü ejderha tanıdım işte, okuduğum fantastik kurgularda muhakkak en az bir tane oluyordu. en sevdiğim, tehanu idi




game of thrones'un üçüncü sezonunu beklediğimiz şu günlerde dizinin en sevdiğim karakteri, ejderhalar annesi daenerys targeryen'i anmasam olmaz di mi? bu sezon, evlatlarının hayrını görecek inşallah...





her ne kadar altı yaşımdayken babannemden dinlediğim bir hikayenin gayet yerli bir kahramanıysa da ejderha, sonraları ya hep uzak doğu ya da kelt hikayelerinde rastladığım bir karakter oldu, bu arada, nerde bizim ejderhalarımız diye zaman zaman üzülüp içlendim kendi kendime.. ta ki, geçen hafta gördüğüm bir minyatüre kadar.. minyatürlerle osmanlı-islam mitologyası isimli ilginç bir kitap edindim, şaşıra şaşıra okuyorum.. kitabın mitolojik yaratıklar bölümünde ejderha başlığı altında, Peygamber efendimiz'in bir ejderha ile karşılaşmasını anlatan minyatürler var.. hakikati yoktur herhalde :)
iyi bir müslümanın peygamber efendimize dair hakikati olmayan bir bilgiyle karşılaştığında heyecanlanmaması lazım aslında.. fekat Allah affetsin, bizim kültürümüzden de ejderha hikayeleri geçmiş diye seviniyorum saçma bi şekilde..

not: yazarken mesnevi'deki ejderha göndermelerini hatırladım, nefse benzetilen. peki ama niye seviyorum ben bu yaratığı?


Wednesday, March 13, 2013

bazen de

bazen de ağrıyan değil de ağrımayan yere dokunursunuz, bu şifa olur.
ben o bazenleri seviyorum işte. izdüşümleri, görünmez bağları, perdeleri.

Tuesday, March 12, 2013

bir kapıdan geçince



bence hepimizin hayatlarında görünmez kapılar var, metropolitan expressway'deki kapı gibi. içinden geçince değişiyor anlamlar, alice gibi.

Friday, February 22, 2013

bir insanı o insan yapan şey nedir de severiz onu

I.

Anılardan örülüyoruz ya ilmek ilmek, bizi tam olarak olduğumuz kişi yapan şeylerden biri hafıza mı acaba diye düşünesim geliyor. Sonra hafıza kayıplarını hatırlıyorum.. Kayıpların kaybedene etkisi ayrı bir konu, yakınlarına etkisini de merak ediyorum. (çok da merak etmiyorum aslında, sabah sabah  dua yerine geçmesinden korktum şimdi) O kişiyi zihninde ördüğü anılar var ve o kişiyle beraber örülü anılar.. Ama hafıza kaybı bir boşluk bırakıyor işte havada.

II.
Spoiler-Black Mirror 2.1 –Spoiler

Black Mirror’ın ikinci sezonunun ilk bölümünde, eşi ölen bir kadının yasını izliyoruz. Bir arkadaşı bu yasla baş edebilmesi için ona bir uygulamadan bahsediyor. Kaybettiğin sevgilinin yazışmalarını, fotoğraflarını,videolarını, bütün dijital izlerini bu uygulamaya yüklüyorsun. Sistem bunları tarayıp analiz ediyor ve sana sanki O’ymuş gibi cevap verebilen bir yapay zeka hediyor, bir bot-sevgili.

İzleyince yine sordum, bir kişiyi tam da o kişi yapan şey ne acaba diye ve biz birini sevdiğimizde onu tam da o kişi yapan bu şeyi mi seviyoruz, neyi seviyoruz, nasıl seviyoruz?

III.

Yapay zekanın verdiği tepkiler avutabilir mi acaba? Bilmiyorum.. Beyin hasarlarından sonra düşünme becerilerinde ve hızında azalma, bozulma olan kişileri düşünüyorum.. Artık eskisi gibi kıvrak bir zekası yok, eskisi gibi esprili değil.. Verdiği duygusal-davranışsal tepkiler bambaşka… Sanki başka biri diyen sevgiliyi..

IV.
Spoiler- On the Road-Spoiler­-Spoiler

Hani  Sal ile Dean kendilerini yollara vurdular, Meksika’da buldular “welcome to tijuana, tekila, sexo y marihuana” dediler ya.. Nasıl da can dostuydular, nasıl da yıllardır, yollarda..
Sonra, Sal Meksika’da hastalanınca, dizanteri olmuş da ateşlerle boğuşurken, Dean ona öylece veda edip (bir de parasını alıp) geri döndü ya San Francisco’ya.. Beraber takılabileceğin sağlıklı Sal ile, hasta yatağındaki aciz Sal arasındaki farkları düşündüm.. Dean aynı Dean’di, seni her zamanki gibi seven...

V.
Hani anılardan örülüyoruz ya ilmek ilmek, bir de anılardan “kendimizi” örüyoruz seçerek.. Bir mozaiğin taşlarını yapıştıran şeyi düşündüm. Bu yazı içinde “dünya tasavvuru” diyeceğim o şeyi. Bu değişir, biz yaşadıkça değişir.. Bu değiştikçe, örülen taşlar yerinden bir atar, bozulur, sonra yeniden örülür, yeniden yerleşir, yapışır ya. Tam o esnada geride kalan insanları düşündüm. Sevdiği başka bir kompozisyon muydu, yoksa o minik taşların kendisi mi acaba?

Geçtiğimiz günlerde bir şiirle tanıştım, diyor ki,

İnsan insana aşık olmaz güzelim,
İnsan insanın yanında bile durmaz.

Çok sevdim bunu..  Şiirin başında bir de sevgiliden içine atlamasını istiyor şair*,

bir trapezin durması gibi suya
içime çok yüksek bir yerden atlar mısın leyla
başın kaşın yarılsa diplerime çarparak
kanın karışsa suyuma
yerin bütün kanunlarına kusarak
ben sana bulanayım sen bana...

bana öyle geliyor ki, insan o kadar yükseklere kendi başına çıkamaz, yani aklı varsa çıkmaz :) 
aklı var mı? Bence bir anda kendini orada bulur, öyle hayal ediyorum yani, bir anda bir bakar ki çok yukarlarda, nasıl gelmiş ki buraya.. o anda bir iki saniyesi olur geri dönebileceği. Boşluğuna gelirse, bir el onu iter aşağı. İşte böylece aşka düşülür. Aşka atlanmaz bence.

Peki bir  insanı tam olarak o insan yapan ne sorusunun cevabı bir havuz gibi bir şeydir belki, sevdiğimiz kişiyi nasıl severiz sorusunun cevabı  trapez gibidir belki. Bilmiyorum ki…

* Alper Gencer

Monday, February 11, 2013

nedir delilik?

Heidegger Lacan'ın kendisine gönderdiği makaleyi okuyunca "bu psikiyatristin bir psikiyatriste ihtiyacı var galiba" demiş.

Biz psikologlar da duyarız bazen buna benzer cümleler, itiraf edeyim hadi, muhatabımızın yüzeyselliğine veririz çoklukla... Ama son zamanlarda az da deli olmadığımızı düşünüyorum yine itiraf edeyim.. Sınıfın yarısının tavuk, yarısının solucan olduğu, tavukların solucan kovaladığı (kadın-erkek ilişkilerindeki halimizin minyatürünü görmek içinmiş) eğitimde de bunu düşünmüştüm, şimdi dışardan biri görse kesin deli olduğumuzu düşünür  diye.. Geçenlerde de psikolog bir arkadaşıma oyun terapisinin sembollerini anlatırken kendimi bir de dışardan dinledim de, yine biraz deliydim o anda..


İşin aslı şu ki, dışardan dinlenince herşey çok delice durabiliyor.. Aynı siyasi görüşten, aynı cemaatten, aynı meslekten, birbiriyle aynı dili konuşan insanlar bir rasyonalite ürettikleri gibi, fena halde delilik de üretiyorlar.. Böylesine üretilmiş ve böylesine değişken bir şeye güç atfetmekle derdim var benim.. Böyle işte..

Zelig'i de izleyebilirsiniz bence.

What makes a hero? - Matthew Winkler




"Aradığınız hazine girmeye korktuğunuz mağaradadır.''
"The cave you fear to enter holds the treasure you seek." 
 Joseph Campbell

Saturday, February 09, 2013

mental landscapes


“One thing I wanted to tell you is that I often think of him,” Tamaru said. 
“Not that I want to see him again or anything. I really don’t. We wouldn’t have anything to talk about, for one thing. It’s just that I still have this vivid image of him ‘pulling rats out’ of blocks of wood with total concentration, and that has remained an important mental landscape for me, a reference point. It teaches me something—or tries to. People need things like that to go on living—mental landscapes that have meaning for them, even if they can’t explain them in words. Part of why we live is to come up with explanations for these things. That’s what I think.” 
“Are you saying that they’re like a basis for us to live?” 
“Maybe so.” 
“I have such mental landscapes, too.” 
“You’d better handle them with care.”
“I will.”

1Q84, Haruki Murakami

Monday, February 04, 2013

başat eylem analizi

2007 haziran-2009 eylül arası: dinlemek.
çokça dinlediğim bir dönemdi. ikibinden fazla insan dinledim, bu binlerce hikaye demek, binlerce hayat. çok iyi bir dinleyiciyimdir, dikkat ve ilgiyle dinler, iyi sorular sorarım. başat eyleminiz dinlemek olduğunda bazen istemeden de dinleyebiliyorsunuz. bir keresinde bindiğim bir minibüste yanımda oturan adam konuşmaya başladı benle, ama benim hiç dinleyesim yok, sessizliğe ihtiyacım var, güya beden dilimle dinlemiyorum mesajları veriyorum ama beden gayriihtiyari bir şekilde konuşana yöneliyor yine, buyrun sizi dinliyorum diyor. o zaman anladım ki artık dinlemekten dinlenmem lazım.
2009 eylül-2010 haziran arası: okumak.
bu dönemde dinlemeyi azalttım, yani okulda hocamı dinledim, arkadaşlarımı dinledim elbette ama başat eylemim okumak olarak değişti. epeydir okumak istediğim konularda okumalar yapmaya başladım, günlerimi bağlarbaşındaki kütüphanede geçirdim, sessiz sakin, mutlu mesud okudum, biraz yazdım, konuştum, dinledim, düşündüm, ama başat eylem okumaktı.
2010 haziran'dan beri: izlemek.
efendim bendeniz profesyonel izleyiciyim şu anda. binlerce çizgi film izledim haziran'dan beri. bugün geldim işe, birazdan açacağım transformers seyredeceğim. merak ediyorum neler olacak bu bölümlerde. işin fena yanı gündüz izledikten sonra eve gidince de yapmak istediğim şey dizi ya da film izlemek oluyor, izliyorum. bu aralar iyi bir sinema izleyicisiymişim gibi davranıyorum.
aslı gibidir, biutiful, aşk tesadüfleri sever ve i am love'ı izledim mesela.
aslı gibidir ile ilgili çok beklentim vardı aslında ama pek aslı gibi değildi film :P yazar bir sanat tarihçisi ve onun okuru arasındaki macera, beraber geçirdikleri bir gün ve sohbetleri üzerineydi. sohbetler daha çok bir kitap okuyormuşum tadı bırakıyordu aslında ama zaten hikaye de bir kitap ile başlıyordu.
biutiful, Alejandro González Iñárritu filmi, babil, 21 gram, paramparça aşklar ve köpeklerin yönetmeninin. bu adamın filmlerinin bir formülü var sanki ve o formülü uyguluyor filmlere hep, acıtıcı başlıkları bir torbaya koyup karıştırıyor sonra da çıkarıp bir sıraya diziyor gibi. bu pek hoşuma gitmiyor aslında. ama ben bu filme havyar badem için gittim zaten.
aşk tesadüfleri sever'e de bir grup kız arkadaşla gittik, hepimiz çok etkilendik, mehmet günsür'ün çok güzel bir gülüşü var.
i am love pür sinema idi bence, sevdim ben.
şimdi transformers izleyeyim :)

edit: böyle yazmışım 2011 şubat'ında, o tarihten 2012 başına kadar da izleyici olmuşum hep.

sonra sevgili 2012 gelmiş çok eğlenceli bir başat eylemle :) 2013'ün ilk ayını geride bıraktığımız şu günlerde dönüp geriye  nasıl yıldın sen 2012 diye sorunca, gördüm ki iyi gezmişim 2012'de maşallah.

2012 mart-kasım arası gezmek: 
urfa,mardin, midyat, hasankeyf, antep, besni, malatya, brüksel, ghent, bruges, antwerp, amsterdam, verona, venedik, new york, chicago.

hadi bir daha maşallah diyin.
benden çok gez, güzel gez he mi okur? 

Monday, January 28, 2013

kafalar bir dünya

yine dağılacak nasıl olsa diye toplanmayan odalar gibidir bazı kafalar. tabii kendi içlerinde bir düzenleri olan dağınıklar da vardır. 

sonracığıma, misafir odası gibi, az kullanılan, neredeyse hiç dağılmayan sadece tozlananları vardır, misafirler içindir. 

bir de içinde yaşanan, dağılan ama  toplanan, eşyaların zaman zaman yer değiştirdiği, yeni eşyaların gelip, eskilerinin belli aralıklarla atıldığı odalar vardır, nefes alırlar bu hareketlerle oh. ben bu odalardan severim, bu kafalardan. 

odasına yeni giren eşyayı (küçük bir biblo bile olabilir bu) muhtelif şekillerde, yerlerde deneyen, uzaktan bakan, cık olmadı bu diyen, sonra yeniden deneyen, ve yeniden uzaktan bakan sonra kalkıp bu eşya için tüm odanın şeklini değiştiren ev sahipleri vardır, dışardan garip görünürler belki ama tanısanız seversiniz, çok tatlıdırlar :) son  halini aldığında oda -belli bir süreliğine de olsa- onlardan mutlusu yoktur. 

huzurlu odalar sevgili okur. 

Wednesday, January 23, 2013

tohuma kaçmak

hani çok küçükken bile bugün hissettiğimiz gibi hissettiğimizi hatırladığımız şeyler vardır, kilimin ilk ilmekleri gibi. hafızamızın bir oyunu olabilir bu, belki de bugün burada durduğumuz için dönüp ilk ilmekleri böylece hatırlıyor ve bugünküne benzer şekle sokuyoruzdur, eğer öyleyse bunda çok mahirim. ama bence öyle değil.
bence bu bizim tohumumuzla ilgili, olmamız murad edilen şeyin tohumuyla.. yeşeren bir tohumu tanıyabiliriz. o oradadır, görürüz. çok severim yeşeren tohumları. ama ya yeşeremediyse, yeşertemediysek, içerde yabancı topraklar altında havasız kaldıysa.. 

yabancı topraklar altında havasız kalan zavallı tohumları kurtarmak için öneriler:

1. kazın, hafızanızda geriye doğru. çocukluğun bilgelikle ilintilendirildiği bissürü metin gördüm, keşke burda sizinle paylaşabilmek için saklamış olsaydım.. ama siz de görmüşsünüzdür böyle metinlerden belki, hatta daha güzeli bir çocuk görmüşsünüzdür, sohbet etmişsinizdir belki. çocukluğa atfedilen bilgelik yakıştırması yersiz değil. tohum, orada oracıkta, yüzeye yakın. ilmekler henüz atılmış, örülüyor, dolaşmamış daha..(en azından çok fazla-çocukla travma çalışmanın görece kolaylığı da burada).. çocukluk hikayelerine gitmek oralarda biraz dolaşmak, kalmak, mümkün oldukça gerilere, neler düşündüğümüze, neler hissettiğimize bakmak.. bahsettiğim şey bu, acaba bugünkü bize neler söylüyor o çocuk biraz dinlemek..

henüz ikinci önerim yok, bu yazı birinci öneri için yazıldı zaten. iyi kazılar sevgili okur.

kader, kısmet, conatus

Tuesday, January 08, 2013

purblog nostalji kuşağı

sevgili purblog okurları, eskiden buralarda nostalji koşağı derler bir köşemiz vardı, çocukluğumuzun çizgi filmlerini, dizilerini yad ederdik, sonra ikibinaltı'daki yangında bir kısmı küle döndü, ikibinsekiz'deki selde ise diğer bir kısmı suya düştü. sularla beraber bir çiçeğin bedenine yürüyüp oradan özüne vardı, kondu da özüne bir arı, işte o arı sensin okurcuğum, hıhım.

bugün f. ile eskileri yad ettik biraz, susam sokağının süper selmasından, kurabiye canavarına, edisine büdüsüne gittik. öğrendik ki edi'yi seslendiren altan erkekli imiş. sonra kermit'in çocukken çok güldüğüm görünmez adam röportajını izledik. bu susam sokağı hatıraları aklıma purblog nostalji kuşağını getirdi, bir çeşit nostalji kuşağı nostaljisi yaşadım kendi kendime. sonra dedim ki kendi kendime olmasın, buyrun hep beraber olsun.

purblog nostalji kuşağı ikibinbeşin yazında daddy long legs ile başlamış, TRT'de yayınlanıp çat diye yayından kaldırılan bu çok sevdiğim çizgi filmin akibeti içime dert olmuş da araştırmış  gutenberg'den hikayenin sonunu bulmuşum, sonra blog üzerinden seslenmişim hatırlayan var mı diye, böylece  başlamış işte.

jessica fletcher'ın cinayet dosyasını, avukat matlock'ı, david lynch'in dizisi ikiz tepeler'i (on yaşında bir çocuk niye böyle birşey izler bilmiyorum) ve harika yıllar'ı konu almışız bu köşemizde.

vee aradan uzun bir zaman geçtikten sonra nostalji kuşağı bugün susam sokağı ile karşılarınızda :



şurda da kermit'in başka bir röportajı var, türkçesini bulamadım ama çocukken çok güldüğüm bir bölümdü bu da.
bir de ejderhalı bir bölümü vardı ki susam sokağının, babannemin anlattığı ejderhalı hikayelerle beraber hafızamda ayrı bir yeri vardır. ben altı yaşımdan beri ejderha seviyorum evet. bu da o bölüm, şimdi sorayım bakalım hatırlayan var mı? :)